Bugün, son tahlilde “küreselleşmenin” yerküremize vaaz edildiği gibi, ne barış ne de huzur getirdiğini iddia edebiliriz.
Neydi pekiî… İnsanlara müjdelenen neydi?
Tarihin Sonu tezi…
Medeniyetler Çatışması…
Amerikan derin devlet mutfağında hazırlanan bu bölgemizi “yeniden dizayn” etme planları…
Zahirde; “üstün ve ulvi” değerlere, yani “insan haklarına” ve “demokrasiye” hizmet ettiği muştulanan bu “globalizm”, son tahlilde insanlığa yıkım ve gözyaşıyla beraber oluk oluk akan kana neden oldu.
Soğuk Savaş sona ermişti.
Kapitalizm ve Batılı değerler güya zaferlerini ilan etmişlerdi.
Bundan böyle… Ulus devletlerin bir anlamı yoktu. Yeryüzümüz teknolojide ve bilimsel çalışmalar sonucunda geldiği nokta itibariyle “elektronik bir köye” dönüşüyordu.
Ne güzel masallar anlatılıyordu!
Küresel vatandaşlık…
Sınırların muğlaklığı…
Emek ve sermayenin mobilitesi…
Hep “daha” diye başlayan cümleler…
Daha fazla refah…
Daha fazla gelir ve tüketim…
Demokrasi…
Ve Batılı ögeler üzerine oturtulan gözbağcılık!
Ne oldu?
Aslında olan ne?
* * *
Aksine…
Ne ulus devletler çöktü ne de demokratik bir dünya ekonomisi ve kültürü inşa edilebildi!
2000’li yıllar…
Siyasal İslam’ın yenidünya düzeninde, ABD’nin ve AB’nin hasmı olduğu yıllardı.
Önce…
Terörizme karşı küresel bir savaş ilanı gerçekleştirildi. Güçlü devletler, mazlum devletleri ve halklarını diktatörlerinin ellerinden kurtarmak için cansiperane(?) performans sergilediler.
Aslında, tüm şu yaşanan hengâmeye baktığımızda siyasetten, askerî ve kültürel çarpışmaların temelinde “ekonomi” olduğunu söylemenin ve bunu ısrarla savunmanın, absürd bir tarafı olabilir mi?
Şu son günlerde, içimizde bazı hastalıklarımız yine nüksetmeye başladı. Nedense, biz Türk toplumu olarak, özellikle ebedi liderimiz Atatürk’ümüz vefat ettiğinden beridir, yekvücut olamadık!
Olamıyoruz. Neden? Türkiye’de 20 yıldır bir tek parti, AK Parti iktidarı var. Ve bunca zaman ne AK Parti’nin “şeriatçılığı” kaldı ne de “karşı devrimciliği”…
Türkiye’de AK Parti kesintisiz iktidar olduğundan beridir, siyaset kurumu içinde ayakları yere sağlam basan bir muhalefet cenahı göremedik. Aslında, bu dönem içinde muhalefet partilerinin ilkeli ve olması gereken çizgide siyaset üretememeleri, toplumun teveccühlerini de toplayamamalarına yol açtı.
Demek istediğim…
Ülkemizde ne olursa olsun “bizim olsun” zihniyeti hâkim olduğu için, ülke çıkarlarını ilgilendiren, yine devletimizin itibarı noktasında ortak tepki verilmesi gereken gelişmelerde, ve dahası direkt birlik ve bütünlüğümüze kasteden hadiselerde bile yekvücut olamıyoruz.
Nedeni gayet basit…
İdeolojik bağnazlık ve körgözlük!
“Kol kırılır yen içinde kalır.” düsturunu, ülkemizin milli çıkarlarını ilgilendiren hususlarda sahiplenmeyişimiz.
* * *
Deminde ifade ettiğim gibi…
Türkiye’de siyaset mutlak kutuplaşma ve düşmanlaştırma zemini üzerinden yürütüldüğünden bir türlü, olması gereken reaksiyonları, bütünlüğümüzü ve dirliğimizi tehdit eden emperyalist devletlere gösteremiyoruz.
Sabah gazetesinin en sevilen yazarlarından Sayın Hıncal ULUÇ, geçenlerde yazdığı yazıda Sayın Erdoğan’ın siyaset kurumu içindeki konumu ve rolüne istinaden “Dünya Lideri” benzetmesini yaptı. Ve bence burada, bu tespitte hiçbir şekilde bir mübalağ yoktur. Şunu gözden kaçırmayın: Hıncal Uluç, sıkı bir Atatürkçü ve cumhuriyet rejiminin tüm değerlerine gönülden bağlı bir aydın.
Şimdi ne oldu yani?
Muhalefet partileri yıllardır, Sayın Erdoğan’ın siyaseten olmadığı bir siyaset planları ve opsiyonları düşlüyorlar ama her nedense her seçim sürecinde hevesleri kursaklarında kalıyor!
Erdoğan gitsin de “ekonomi batsın”!
Erdoğan gitsin de “Türkiye çöksün”!
İşte gördük, bu minvalde feraseten hiçbir inceliği olmayan bu düşünceler, her defasında halkın teveccüh reflekslerinde duvara çarpar gibi geri dönmüş ve havada kalmıştır.