Tarihi kayıtlara göre M.S. 900’lü yıllarda ve Karahanlılar Devleti döneminde Müslümanlığı kabul ederek, bugüne kadar getirdiğimiz anlaşılmaktadır. Yine birçok araştırma ve günümüzde dahi yapılan uygulama ile birçok örnekten anlaşılacağı üzere her nedense, başta Kur’an olmak üzere birçok dini hitap ve dualar, halkın anlayabileceği
dilde değil de inadına Arapça okutulup anlatılmaktadır. Hadi, Kur’an’ın Arapça okunmasının bir orijinaliteye bağlanmasını anladık da (!) peki dualara ne oluyor da onlar dahi halka Arapça sunulmaktadır.
Bize göre, beşeriyete gönderilen İlahi en son ve çok önemli bir mesaj olduğu
anlaşılan ( “Bu Ku’rân pek mühim bir mesajdır” Sad Suresi,67.ayet) Kur’ân’ın dahi
behemehal Türkçe mealinden okunup anlaşılması gerekirken, güya sevap kazanmak
için, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren verilen bir çok meallerine her an
ulaşma imkanına sahip olmaya rağmen, bırakın Arapça bilen sade vatandaşı, Arap
dili uzmanlarının bile Kur’ân’ı rahatça anlamalarının dahi bu konuda yapılacak ciddi
inceleme ve araştırmaya bağlı olduğunu, bu konuda yazıp çizen kalemşorların sık
ve ısrarlı yazmalarıyla ortada iken, sırf sevap kazanmak için Arapça okumada ısrar
etmenin ne denli abesle işgal olduğunun bilmem izahına gerek var mı? Hâlbuki
Kur’ân’ın anlaşılır bir dille ve üzerinde düşünerek ve öğüt alınmak üzere okunması
bizzat Kur’ân’ın kendisinde yer alan İlahi emirdir : “Kur’ân’ı ağır ağır , düşüne düşüne
oku “ (Müzemmil suresi 4.ayet); “ Yemin olsun ki, biz bu Kur’ân’ı öğüt ve ibret alınsın
diye gerçekten kolaylaştırdık. Hal böyle iken okuyup öğüt alacak kimse yok mu?”
(Kamer Suresi,17,22,32,40.ayetler); “ Bir bereketli kitaptır ki o, ayetlerini derinden derine
düşünsünler, gönülleri ve akılları yerinde olanlar ibret alsınlar diye sana indirdik”
(Sad Suresi, 29.ayet). Peki, lütfen söylerimsiniz, yukarıda verdiğimiz birkaç örnekten
başka bu mealde daha bir çok hüküm ve emirler içeren Kur’ân’nın anlaşılmayan
bir dildeki mesajları hakkında nasıl düşünecek ve nasıl öğüt veya ibret alacaksınız
! Eğer birileri çıkıp da ben düşüne düşüne okuyorum diyorsa bu bir bühtan olur.
Eğer geçekten sırf laf olsun diye düşünerek anlamadığı bir metni okuyorsa bu düşünüş
agobun kazının düşünüşünden farklı bir düşünce tarzı olmayacağı izahtan
varestedir. Unutulmamalıdır ki, bu kutlu mesaj sırf senfonisinden yararlanmak için
gönderilmemiştir. Ama ne yazık ki, manasını anlayamadığımızdan ötürü, kendimiz
için olan bu muhteşem mesajı mezarlıklarda ölülere okumaktayız. Hâlbuki ölüler bu
kutlu mesajla ilgili tüm işlerini tamamlayarak göçünü yükleyip terk-i diyar etmişlerdir.
Şayet ölülerin o enkazın altından kalkma şansları olsa inanın kalkıp bizleri bir daha
gelmemecesine oralardan kovarlar. Zira bu pek mühim mesaj dünyalık hayata yöneliktir.
Bunun böyle olduğu, şayet anlaşılan dille okunulacak olursa bu mesajın hemen
her yerinde görülür. Ama ne gezer. Meğer Arapçası daha sevapmış !
İşte bizlerin adeta inadına yapmadığımız bu işi, her gün ve hiçbir yetki ve
hakkımız olmadan kendilerini cehennemlik ilan ettiğimiz diğer din salikleri yapabilmiş
veKur’ân’daki mücezevi bazı söylemleri değerlendirerek icatlar yapmışlardır: Örneğin
Bakara Suresinin 26. Ayetinde bahsi geçen sivri sinek misalinden yararlanan
Amerikalılar pilotsuz uçağı icat etmiş ve ilk uygulamalı denemesini de Müslüman
bir ülke olan Libya’da Kaddafi’ye göz dağı vermek suretiyle yapmışlardır. Ki bu ayeti
bu güne kadar – bu gün de dahil- çoğunluktaki mealciler yanlış anlamlandırmışlar ve
anlamlandırmaktalar. Çoğunluğu teşkil eden gruptaki mealciler bu ayeti şu anlamda
ve yanlış olarak manalandırmışlardır. Şöyle ki : “Allah gerçeği açıklamak için bir sivri
sineği, hatta ondan küçük olan (bazıları ise: Onun ötesinde veya ondan büyük olan
lafzını kullanmışlardır) bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden
gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise “Allah böyle misal vermekle ne
kastediyor derler”. Allah bu misal ile bir çoklarını şaşırtır, yine onunla bir çoklarını yola
getirir; ancak bununla fasıklardan -Allah’a itaat çizgisinden ayrılanlardan- başkasını
şaşırtmaz”. Diye anlam vermekte ısrarlı bulundukları anlaşılmaktadır. Hâlbuki ayetin
Arapça metninde “fevkaha” lafzı geçmekte olup “fevk” kelimesi de “üst”, “üst taraf”
anlamını taşıyan bir sözcüktür. Ama her nedense kelimenin asli anlamından uzaklaşılmak
suretiyle meal verilmiştir. Şimdi düşünmek lazım değil midir ki, sivri sinekten
büyük veya küçük her hangi bir yaratığın misal gösterilmesinde nasıl bir fevkaladelik
söz konusu olabilir. Oysa bu ayette bir sır olabileceğini düşünen Hristiyan âlemine ait
bilginler sivri sineği kocaman büyüteçlerin altında incelemeye alarak adeta bir deve
kadar büyülttükten sonra gerçekten sivrisineğin üst kısmında –sırtında- radarımsı
bir aygıtın bulunduğunu ve sivrisineğin bu aygıt sayesinde geceleyin rotasını çizip
avının en nazik yerini bulup hortumladıktan sonra yerine döndüğünü saptamışlar.
İşte bu mucizevi halden yararlanarak pilotsuz uçak icat etmişlerdir. Yukarıda da değinildiği
gibi ilk olarak da bir Müslüman ülkeyi bu uçaklarla bombalamışlardır. İşte hal-ü
pür melalimiz! Peki, siz elinizdeki ve her gün ve her gece öperek başucunuza veya
duvarlara asmaya devam ettiğiniz ve dahi illa da anlamadığınız bir dille okumada
ısrar ettiğiniz İlahi Kelam size ne yapsın. Ve sizi neylesin !
Hıristiyan teknoloji bilginlerinin Kur’ân’dan yararlanarak yaptıkları diğer önemli
bir icat da, normal, yani pilotlu uçaklardır. Bu icat, A’râf suresinin 57. ayetinde ifadesini
bulan rüzgarın ağır bulutları hareket ettirmesinden yararlanılarak yapılabilmiştir.
Bu ayetin meali şöyledir : “ O’dur ki, rahmeti olan –yağmurun- önünden müjdeci
olarak rüzgarlar gönderir. Nihayet bu rüzgârlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi
kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsınız biz onları, ekinleri ölmüş bir ülkeye sevk eder,
derken oraya su indiririz de orada her türlüsünden meyveler, ürünler çıkarırız. İşte
ölüleri de böyle çıkaracağız. Gerekir ki düşünür ve ibret alırsınız”. İşte bu ayette var
olan İlahi sırrın; hareketin, hafiflik ve ağırlık hükmünü tersine çevirdiği üzerinde kafa
yoran Hristiyan alimleri bu sırdan yararlanarak, tonlarca ağırlığı taşıyıp okyanuslar
ötesine götürebilen uçaklar icat etmişlerdir. Bu ayetteki : “Ağır bulut kütlelerini yüklenip
kaldıran hava” ifadesi; yine Kur’ân’nın bir öğüdü olarak, aklını kullanmasını bilen
insanoğluna hava araçlarını icat etme şansı tanımıştır. Ama ne yazık ki, bu insanoğlunun
içerisinde bu İlahi Kelamın salikleri olan bizler yokuz. Bunun sebebi ise, ısrarla
bu Kelamı anlayamadığımız bir dilde ve sayısal okumalar-hatim- şeklinde güya onu
değerlendiriyor olmamızdır.
Yukarıda anlattıklarımız, Yüce Yaratıcının kendisini temsil edecek birini yeryüzüne
halife olarak yaratacağı ayetinin mucizevi sonucunu da göstermektedir. Gerçekten
insanoğlu harikulade işler başarmış ve bu sayede insanlık fevkalade konfora
kavuşturulmuştur. Bu hususu teyit eden ayet Bakara Suresinin 30.ayetidir. Bu ayet
meali şöyledir : “Rabbin meleklere : ‘Ben yer yüzüne bir halife atayacağım dediği
vakit onlar : ‘ A! Oradaki nizamı bozacak ve yer yüzünü kana bulayacak bir
mahluk mu yaratacaksın ? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen’i tenzih
etmekteyiz’ dediler. Allah : ‘ Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim’ buyurdu.” İşte
kanaatimizce meleklerin bilmekte acze düştüğü durum galiba bu olmalıdır. Yani insan-
oğlunun, adeta Yüce Yaradanının yapmak istediğini, O’nun adına ve O’nun verdiği
akıl gücü ile yapmıştır, yapmaktadır. Yapmaya da devam edecektir. Tanrı’nın bunu
yapabilmiş ve yapmaya devam eden kullarına, binlerce selam olsun. Ne mutlu onlara
ki, İlahi sırra mazhar olmuş ve İlahi muradın gerçekleşmesine vasıta olmuşlardır.
Yarın, adına “kıyamet” denen duruşmada onlar yaptıklarını Rablerine arz-ı malumat
ederken, acaba biz ne mazeret göstereceğiz. Zira o Ulu İlah onları donattığının aynısı
ile bizleri de donatmış değil midir ?
Bu noktaya kadar arz ettiklerimiz bir bakıma ilahi murada uygun teknolojik icatlarla
alakalıydı. Tabii bu konuya münhasır ayetler sadece bunlar değil. Böyle bir yazı
için fevkalade detay olacağı için diğerlerinin anlatımından sarfınazar edilmiştir. İlahi
Mesaj’ın beşeriyeti müjdeleyen bazı tespitlerine yer verdikten sonra dua konusuna
da kısaca temas edip, sözü bağlamak niyetindeyiz. Bu tespitleri, önce orijinal
diliyle verdikten sonra Türkçe meali verilmek suretiyle bir bakıma, anlamsız bu
inatla ilgili, iddiamızı pekiştirme cihetine gideceğiz. Bu hususta birkaç ayetle yetinmeyi
düşünüyoruz.
Bunları, rast gele tarama yaparak karşımıza çıkan ibretlik ayetler cümlesinden
olmak üzere şöylece seçtik : “Kul ya ibadi : Ellezine esrefü alâ enfüsihim lâ
taknetü minrahmetillahi, innellahe yağfirüzzünübe cemiâ. İnnehu huvel ğafururrahim.”
(Zümer Suresi.53.ayet). Şimdi bakınız Yüce yaratıcı ne demektedir : “Ey kulum
(Muhammed) deki : ‘ Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede
ileri giden kullarım ! Allah’ın bağışından ümidinizi kesmeyiniz. (Biliniz ki) Allah bütün
günahları affeder.Çünkü O, çok affedicidir, rahmet ve ihsanı fazladır”. İşte bakınız, bu
rahmet ve bağışlama dolu ayeti, yukarıdaki orijinal lafzı ile okuyanların, gönül hoşnut
edici bu İlahi merhametten haberdar olacağını sanmak abesle iştigal olmaz mı ?
Aynı yöntemle örneklediğimiz diğer bir ayet de şu oldu : “ Velâ tekrabu
mâlalyetimi illâ billetihi yeehsenu hattâ yebluğa aşuddehu ve evful keyle velmizâna
bilkısti; lâ nukellifu nefsen illa vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilu velevkâne zâkurbâ ve
biahdillahi avfu zâlikum vessâkum bihi laallekum tezekkerun.” ( En’âm Suresi, 152.
ayet). Yüce Yaradanımızın buradaki bize hitabının meali şöyledir : ” Erginlik çağına
erişinceye kadar, doğru ve en iyi şeklin dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ölçüyü
ve tartıyı adaletle yerine getirin. Bir kimseye ancak gücünün yeteceği kadar yükümlülük
veririz. Akrabanız da olsa, hakkında konuştuğunuz zaman sözünüzde adil olun.
Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah, bunları size öğüt alıp düşünensiniz diye anlatmaktadır.”
İşte bu gün Türkiye’mizde üç büyük sosyal yara olan üç temel aksiyona
temas etmekte olan bu ayeti hep Arapça okuduğumuz içindir ki, tanıklık yaparken
yalan yanlış konuşmakla birlikte tartıp ölçerken hep kendi lehimize olanı yapmaktayız.
Diğer taraftan yetim malı mesabesinde olan Devlet malını hortumlayarak çalıp
çırpmak konusunda üzerimize kimsenin olmadığı “sağır sultanın” dahi malumu değil
midir? Hadi buyurun cenaze namazına ! Devletimizin banisi Ulu Önder Gazi M. Kemal
Atatürk’ün Kur’ân’ı Türkçeleştirirken, İlahi murada ne kadar hizmet ettiğini bilmem
anlatmaya gerek var mı ? Ama ne yazık ki, güzelim Türkiye’mizde, sırf Atatürk
böyle bir hizmeti yaptığı için ve anlaşılması çok zor olan kin ve hasetleri sebebiyle inadına
Arapça okumada ısrar edenlerin haddi hesabı yoktur. Bunlar bir kişi de olsa fevkalade
düşündürücüdür. Çünkü Yüce Yaratıcı aklımızı kullanmamızı emretmektedir. Bu
durumda iki türlü abes var demektir. Ne diyelim ! Allah akıl izan versin.
Gelelim dua konusuna: Başta yemek duası olmak üzere binde biri hariç olmak
üzere genel olarak duanın önce arapçası takdim edildikten sonra, lütfen kabilinden
olmak üzere ve dahi çok lirik türünden bir de Türkçe dua verilmektedir. Şimdi burada
hayretimizi mucip olmuş ve olmakta olan enteresan durum şu : Sanki Arapça
okuyuşta bir hikmet varmış gibi özellik ve öncelikli olarak ilk önce Arapça dua edilmektedir.
Kaldı ki, o dildeki duaya muhatap cemaat arasında sayısı bir elin parmaklarını
geçmeyen sayıda insanımızdan daha fazlasının bulunabileceğini sanmıyoruz. Galiba
bu uygulama, sunucunun –duayen- kalitesinin bir göstergesi kabul edilmektedir.
Yoksa,Arapçacı ve Farsçacıların kendi dillerinin çok çirkin bir propagandası olarak
ileri sürdükleri : “ Cennete Arapça ve Farsça konuşulacaktır” hezeyanına itibar mı
edilmektedir? Gerçi bu hezeyana itibar edebilmiş bir Osmanlı Şeyhülİslamının adına
sıkça bazı kaynaklarda rastlanmakta ise de, bu işi gidip görüp gelen birileri daha
çıkmadığına göre bu hezeyan değil de nedir? Şayet,” biz peygamberimize hürmeten
onun diliyle dua ediyoruz” diyorlarsa ciddi şekilde yanılıyorlardır. Zira o Ulu insanın
böyle saçmalıklara itibar edebileceğini düşünmek tamamen abesle iştigal olur. Zira
biz O’nu, yapılan inceleme ve araştırmalar ışığında tanıdığımıza göre o seçilmiş
insanın tamamen bir akıl insanı olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Unutulmamalıdır
ki, adı mucizevi bir anlamda olan Muhammet Mustafa (Övülmüş ve Seçilmiş)’nın
bu sakil düşünceye razı olacağı vehmine kapılarak insanımızın anlaşılan dildeki
duaların amin dolu nimetlerinden mahrum kalmasına vesile olmaya, aklıselim hiçbir
insanımız razı değildir ve olmaz da. Bu, bir iddia değil bir tespittir.
Bırakalım diğer duaları da, özellikle Hz. Peygamber ve O’nun dava arkadaşlarından
her bahsedişte tekrar edilen : “radıyallahü anha” duasının anlamını cami
ile barışık bir çok insana sordum, “ne bilelim hoca öyle diyor biz de “amin” diyen her
kes gibi “amin” diyoruz dediklerini merak saikiyle tespit etmiş olduk. Oysa bu duanın
anlamı : “Allah ondan veya onlardan razı olsun” demektir. E peki mübarek adamlar,
böyle deseniz de herkes anlasa kıyamet mi kopar. Hani geçtiğimiz yıllarda (1970’li
yıllar) rahmetlik Bülent Ecevit, Süleyman Demirel’in o tarihlerdeki adı Adalet Partisi
olan partisinden ikna suretiyle ayrılarak, kendisinin kuracağı azınlık hükümetine destek
verecek 11 kişinin arasında Elazığ milletvekili keza rahmetlik, Palu ilçesinin şeyh ve
eşrafından olan Ali Rıza Septioğlu da vardı. Bilindiği üzere o yıllarda, “imkan” anlamında
kullanılan ve Türk Dil Kurumu tarafından yeni türetilen “olanak” sözcüğü daha
çok yeni olması ve halkın da pek kullanmamasına rağmen merhum Ecevit sıklık ve
özellikle kullanmaktaydı. Tabii olarak Kabine toplantısında sıkça kullanmış olmalı ki,
merhum Septioğlu’nun : “Sayın Başbakanım! “ülenek mülenek” diyorsun bendeniz
pek anlayamıyorum. Şuna “imkan” veya “mümkünat” deseniz de bendeniz de anlasam
olmaz mı ?” Dediğini o günlerde basından öğrenmiştik. İşte bizim dua – insan
ikilemimizde de böyle bir durum söz konusu.
Bu konuda daha enteresan bir örnek vererek sözü bitirmek istiyorum. Örnek
olarak seçtiğimiz aşağıdaki bilgiyi Prof. Dr. Süleyman Ateş’ten naklen Prof. Dr. Yaşa
Nuri Öztürk’ün Kur’ân’daki İslam adlı eserinin 299-300 sayfalarından alıntılayarak
sunacağız : Sayın Ateş diyor ki : “Lise talebeliğim sırasında hocamız merhum Ömer
Naimi Efendi’den dinlediğimiz olay şudur : Cumhuriyetten önce, Harput (Elazığ)’un
Çarsancak adlı kasabasında, Beylerden biri (galiba Mehmet Bey), Harput’un şair ve
nüktedan alimlerinden Nusret Efendi’ye gelir, kendisine, hiç kimsenin bilmediği ve etkili
bir dua öğretmesini ister. Nusret Efendi de ona şu duayı öğretir: “Allahümmec’alni
dubbenkebiren fi cebelil azim”. Hiç kimsenin bilmediği bu duayı (!) öğrenmekle
sevinen Mehmet Bey, dört yıl bu duayı okur. Bir gün, evine bizim Naimi Bey’in babası,
Harput’un ünlü alimlerinden Kemal Efendi gelir. Namaz kılarlar. Mehmet Bey, Müftü
Kemal Efendi’ye, kimsenin bilmediği dualar bildiğini işittirmek için namazın ardından
ellerini kaldırıp işitilecek bir sesle : “ Allahümmec’alnidubbenkebiren fi cebelil
azim” der. Duayı duyan Kemal Efendi, Mehmet Bey’e o duayı bir daha okumamasını
söyler. Mehmet Bey sebebini sorar. Kemal Efendi duanın anlamını açıklar : ‘Canım
sen, Allah’ım beni büyük bir dağda kocaman bir ayı yap !diyorsun’ der. Nusret
Efndiye karşı gazapla dolan Mehmet Bey, duasının kabul edilmediğine şükreder ve
silahını kaptığı gibi, Harput’a gelir. Amacı, Nusret Efendiyi öldürmektir. Fakat Nusret
Efendi durumu öğrenince derhal, herkesin saygı duyduğu Beyzade Efendi’ye sığınır.
Beyzade, kendisini tehlikeli durumdan kurtarır. Mehmet Bey’e : “- Canım sen ondan
ne diye dua soruyorsun? O bilmez, buna benzer bir dua var ama, o bilmeyerek sana
yanlış öğretmiş deyip Mehmet Bey’i yatıştırır.”
İşte buyurun, size Arapça bir dua. Çok şükür ki Yüce Yaratıcı adamcağıza acımış
da dileğini kabul etmemiş. Ya dileği kabul görseydi ne olacaktı. Olacağı şuydu.
Adamcağız Harput dağlarında kocaman bir ayı olarak gezip duracaktı.
Uzun lafın kısası şu ki Yüce Tanrı’nın Kelam-ı Kadim’inde buyurduğu üzere:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” (Zümer Suresi 9.Ayet). Bilmenin yolu ise