Her dönem ve dönemeçler insanların yaşamlarında köklü değişimlere neden olmuş, bu değişimler de beraberinde gelişmeleri de tetiklemiştir. En basitinden insanlığın geçirdiği değişim tarihine baktığımızda, bu gelişmeleri çok net gözlemleriz.
Seneler boyunca birike birike gelen değişim dalgası, nihayetinde önünde ne varsa yoksa silip süpürüp çevreyi yeniden tanzim etmiştir. İnsanlar, kendini geliştirdikçe doğayı yeneceğini düşünmüştür.
En basitinden teknikte ve bilimde ilerlemeler kaydedince, ne bileyim çığır açacak icat ve devrimlere imza atınca, sanırım insanlar/insanlık doğaya karşı ebedi zaferini kazandığını zannetti.
Ama ne olursa olsun doğa hükmünü sürdürüyor. Esasında, insanların uygarlık inşası da bu insanın insanla ve yine insanın doğayla olan mücadelesinin, savaşımının neticesinde zuhur edebilmiştir.
Şimdi gelmek istediğim husus…
Belirttiğim üzere, her dönemde ve devrim süreçlerinde insanlar ve insanlık sahip olduğu değerlerden ve kurumlardan sıyrılarak, bir üst mertebeye ve safhaya geçmiştir.
Tarım Devrimi öncesi insanlar örgütlü bir biçimde, deyim yerindeyse formel bir yaşam sürdürmüyorlardı. Tarım Devrimiyle birlikte, insanlar yerleşik yaşama geçerek, o zamanki alışkanlıklarını da dönüştürme durumunda kalmışlardır.
Aslında, bu hatırlatmalara çok fazla detayıyla girmeye gerek yok. Zaten az çok eğitim süreçlerinden geçen ortalama insanımızın bilebileceği hususlar bunlar.
Ama artık önümüzde yirmibirinci yüzyıl gerçeği var. İçinde bulunduğumuz gezegenimiz de, farklı farklı biçimde yaratılmış insan tipleri de, yaşamı geçmiş deneyim ve alışkanlıklarla tahlil edemeyecek kadar çok fazla değişim yaşadı.
Bu dönem…
“Bilişim Devrimi”dir.
* * *
BİLİŞİM DEVRİMİ veya bilgi toplumları ya da post-modern ötesi toplumlar şeklinde adlandıracağımız bu toplum yapısının, siyasetten tutunda ekonomiye ve sosyo-kültürel tutumlara kadar bulundukları evreni ve gerçekliği algılayışı ve geribildirimi de bu döneme has kodlarla bezenmekte.
İnsanlar varolduğundan beridir sanırım sürekli bir “savaş” içinde olmuştur. Bunda bir maddi hata yok. İnsanların geçirdiği değişimi konu alan kitapları açıp baktığınızda ve biraz içinde dalıp gittiğinizde, insanların o ilk dönem naif ve nahif insan tipinden, hırslarına yenik düşen, bencil ve merhametsiz bir insan formuna dönüştüğünü görürsünüz.
Bunlar tabii birden bire olan gelişmeler değildi. Her dönem ve o dönemin koşulları ve verili teknik veya teknolojik imkânlar, insanların davranışlarını, düşüncelerini, doğayı ve çevresinde olanbitenleri tahlil ederek, tekraren varolduğu ortama geribildirimde bulunmasında başat etken idi.
Uygarlık ya da medeniyet inşaları işte insanların bu minvalde birbirleriyle ve doğayla olan savaşımlarının sonucunda inkişaf edebilmiş ve yine az önce bahsettiğim gibi insanların bedenî ve nefsî arzularına yenik düşmeleri sonucunda ya uzunca bir zaman diliminde veya kısa bir zaman dilimi içinde öyle veyahut böyle tarihe iz ve damga vurarak, geçmiş zaman içindeki yerini almıştır.
Din-tarım toplumlarında insanların yaşayışlarının merkezinde din ve mezhepler yer etmekteydi. Siyasetteki iradî gücün belirlenmesinden toplumsal ilişkilerin nizamına kadar tekel güç dindi. Krallar da din otoriteleri de hem dünyevi hem de uhrevi güçlerini dinden alıyorlardı.
Hâkim ideoloji ve toplumsal kurumlar dinden beslenen değerler üzerinden inşa ediliyordu. Toprak ağası ve kral veya benzeri yöneticilerin toplumların üzerindeki hâkimiyeti ortaçağ zihniyetine uygun olarak tasnif edilmişti.
Sanayi Devriminin yaşanması, ondan önce 1789 Fransız İhtilali’nin gerçekleşmiş olması, toplumların Rönesans ve Reform süreçleri sonucunda “Aydınlanma” safhasına gelmeleriyle beraber, “ulus “devletlerin” kurulması ve akabinde hâkim ideolojinin “milliyetçilik-ulusçuluk” olması.
* * *
İşte insanlığın tümü için bu perspektiften geçtiği söylenemez. Neden bugün hâlen “gelişmekte olan ülke” tasnifi yapılmakta? Osmanlı Devleti de, Avrupa medeniyetinin geçirdiği değişim ve devrim niteliğindeki dönüşümleri idrak edemediğinden ve dahası iç işlerinde dünyanın geçtiği süreci doğru düzgün tahlil edemediğinden, uygarlığın ileri istasyon vagonuna yetişememiştir.
Bu bağlamda, 21.yy ekseninde toplumların milliyetçilik ile din ve mezhepleri kimlik belirlemede bir parametre ise de, son tahlilde 2000’li yıllarda öne çıkan evrensel değerler “insan hak ve özgürlükleri” ile “hukuk devleti” ve yine “çok seslilik” ve hatta “birlikte yönetişim anlayışıdır”.
Tüm bu irdelemelerden sonra diyebiliriz ki… Dünyamızın doğu ekseninde kalan toplumlarının “modernleşme” rüzgârını arkalarına alamamalarından ötürü insan hakları ve özgürlükleri noktasında, sicillerinin her daim bozuk olduğu gözlemlenmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun görkemli hükümranlığının ardından, tarihsel değişim ve gelişmelere bigâne kalmasından dolayı dramatik bir biçimde dünya devlet sahnesinden çekilmesi ertesinde de Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Avrupa medeniyetinin çok uzun sürede katettiği insanlık birikimlerini, kurucu kadrolardaki yüksek bilinç ve dirayetten ötürü, öncelikle ebedi liderimiz ATATÜRK önderliğinde on beş sene gibi çok kısa bir sürede toplumsal yaşamımıza siyasetten ekonomiye ve kültürel etkileşime değin entegre edebilmeyi başarmıştır.
I. Dünya Savaşı’nın ertesinde din-tarım imparatorlukları tarih sahnesinden silinirken, yerlerini “ulus devletler” alıyor ve ideoloji daha çok belirttiğim gibi milliyetçilik temelli seyrediyordu. I. Dünya Savaşı’nın yarattığı tahribat, yine toplumlar üzerinde bıraktığı yıkım ve psikolojik etki, dönemin ilerleyen süreçlerinde aşırı düşünce akımlarının yeşermesine vesile olacak, yaşlı ve kadim gezegenimiz, tekraren bir II. Dünya Savaşına tanıklık edecekti.
II. Dünya Savaşı’nın bıraktığı yıkım ertesinde devletler ve milletler, temkinli bir biçimde ve barış içinde birlikte yaşama ideali çerçevesinde ulusötesi yapılanmaya gittiler. Sıcak savaşlar milletleri gereğinden fazla yormuş, hem insan hem de fizikî sermayelerinin yok olmasına yol açmıştı.
* * *
II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımı bir daha yaşamamak adına devletler, yeni dönemde ulusötesi yapılanmaya gittiler.
Bu bağlamda…
AVRUPA BİRLİĞİ…
NATO…
BM (Birleşmiş Milletler)…
Yeryüzü üzerindeki devletlerin; barış ve huzur ekseninde önce “insan” saikiyle hareket etmeleri, ekonomik kalkınma ve refah yaşamaları, sonrasındaki hayalkırıklıkları, gezegenimizi bir kere daha hem bölgesel hem de genel anlamda çatışmaların içine gark etti.
Sözde…
İnsan hakları…
Demokrasi…
Hukuk…
Eşitlik…
Adalet…
Hakça paylaşım…