Bu konuda fikir sahibi olanlarca bilineceği üzere, Osmanlı Devleti uhdesinde bulunan Hilafet yani Halifelik Makamı 03.03.1340 (1924) tarihinde 431 Sayılı Kanunun 1. Maddesiyle, zımnen TBMM uhdesine tevdi edilerek fiilen kaldırıldı. Demek oluyor ki bu günkü tarih itibariyle bu makam 101 yıl önce yani bir asırdan fazla bir süreden beri fiilen kaldırılmış bulunmaktadır. Amma ve lakin buna rağmen bu gün dahi hâlâ bu makamın özlemini dışa vuracak şekilde -hüzün ve hasretini çeken- bazı insanımızın ciddi manada varlığına tanık olunmaktadır. Bu ise, kanaatimizce, bu meselenin insanımıza gerek örgün ve gerekse yaygın eğitimde doğru anlatılmadığı anlamına çıkmaktadır. Kabul etmek gerekir ki işi gücü için canhıraş bir şekilde geçim derdinde olan ve nüfusun da ekseriyetini oluşturan bu sade vatandaşlarımızın hemen her konuyu gerçek kaynağından inceleyerek doğru anlama ve öğrenme şansı maalesef olamamaktadır. Bu nedenle bu insanlarımızın ister istemez kulaktan dolma, maksatlı veya bilgisizlik içerisinde söylenenlere itibar etmeleri maalesef söz konusu olabilmektedir. Bunda, tabii olarak mazurdurlar.
Bu nedenle, bu alanda hasbelkader doktora düzeyinde öğrenim görmüş biri olarak bu konuda gerçeklere değinip, insanlarımızın bu yanılgılarını bir nebze de olsa gidermeye kendimi ödevli ve hatta mecbur addederek aşağıdaki birkaç sözü dile getirmiş bulunuyorum:
Bu bilgilendirmeyi, fazlaca bilimsel/akademik tekniğe girip anlatımı boğmadan ve sözü dolaştırmadan sade vatandaşlarımızın anlamına uygun bir tarz ve şekilde mümkün mertebe açık ve net olarak anlatmayı yeğlemiş bulunuyorum.
İlk olarak bu kelimenin Türkçe anlamıyla başlamak istiyorum: HALİFE: Halef-Selef kavramıyla bağlantılı olarak: SONRADAN GELEN anlamına gelmektedir. Günümüzdeki söylem şekli de ARDIL olup, kendisinden öncekinin yerini alan kişi demektir. HİLAFET DE: Kendisine Halifelik sıfatı verilen zatın işgal ettiği makamın adı olmaktadır. Mesela Hz. Muhammed (as), Hz. İsa (as)’nın HALEFİ olmuştur. Tarihte Hulefa-i Raşidin diye ün yapan ve Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ise HALİFE değil EMİREL MÜMİNİN idiler. Yani Müminlerin yöneticisi olmuşlardır. Binaenaleyh ve bilindiği üzere bu insanlar da seçim suretiyle iş başına gelmişlerdir. Yani o dönem insanları bu zatları kendilerine yönetici seçmiş oldular. Kısacası bu insanlara herhangi bir kutsallık atfetmediler. Bu da, Şura Sûresinin 38. Ayetinde kayıtlı olduğu üzere: “Müslümanların işlerini danışarak yapmaları” emrine göre olmuştur. Nitekim Cumhuriyet de bu esasa dayanmaktadır. Şunu bir daha vurgulayacak olursak Peygamberlerin yerine geçecek olan yani HALEFİ olacak olan zat veya zatlar yine peygamber olmalıdır. Hz. Resul (as)’den sonra yönetime gelenler Hz. Resul (as)’ün ARDILI-HALİFESİ değil o dönemde yaşayan insanların yöneticileri idiler. Halifelik sıfatı sonradan yakıştırılmıştır. Şurası açık ve seçik olarak bilinmelidir ki bu konuda ne Kur’an’î, ne de Peygamberi bir beyan yoktur. Tarihi yazanlarca yakıştırılmıştır. Yani ve kısacası beşeri bir yaklaşımdır.
İslam Tarihi de Abbasiler Döneminde yazılmaya başlanmış ve bu yazılım esnasında bu san ve sıfat halkın inancı öncelenerek-diğer bir ifadeyle bu husustan yararlanılarak-kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Irak’ta, Mısır’da ve dahi Endülüs’te kendi kendilerine Halife sıfatı yakıştırarak icraatta bulunan insanlar aynı an ve zamanda emir-komuta ediyorlardı. Bu da Hilafetin yani Halifeliğin tek elde bulunmadığını göstermektedir. Oysa Hilafet kendisine yakıştırılan PAPALIK benzeri bir kurum manasında tüm Müslümanları temsil eden bir makam anlamını içermektedir ki; bu husus “ İSLAM’DA RUHBANLIK YOKTUR” Kur’an’î ilkesiyle zaten yasaklanmıştır. Ama buna rağmen böyle bir müessese/Kurum ihdas edilmiştir. Mesela Osmanlı Devletinde en son Halife olan II. Abdülhamit, güya İslam Âleminin yegane Ruhani Temsilcisi/HALİFESi olarak 1.Dünya Savaşı sırasında tüm İslam beldelerine seferberlik ilan edilmesi talimatı göndermiş olmasına rağmen hiç kimsenin kılı dahi kıpırdamadı. Esasen Halifelik yakıştırması yapılan bu kurum ise Yavuz Sultan Selim tarafından zorla ele geçirilerek Osmanlı Kurumları arasına katılmıştı ki, bu yolla aldığı Halifelik zaten Mısır’da hiç kimsenin itibar etmediği bir halde idi. Oysa bu kurum öyle zorla ele geçirilecek bir müessese değildir ve olmasa gerek. Zira bir nevi mukaddesat olarak bilinen aslı esası bilinmeyen bu kurum, haddi zatında insanların kendilerine tabi olmalarını sağlamak için bir bakıma istismar edilerek başvurulan bir husus olarak kullanılagelmiştir. Yukarıda da değinildiği üzere bunun reel ve rasyonel olarak bir dayanağı yoktur. Güya Halife denen zat, Hz. Peygamber’in ARDILI olarak O’nun yerine insanları irşat edecektir. Oysa Peygamberlik tamamen İlahî bir kurumdur. Bir peygamberin HALEFİ yani ARDILI yine bir peygamber olmak zorundadır. Öyle seçimle veya cebren elde edilecek bir kurum değildir. Amma ve lakin bu kuruma kutsallık atfeden ve bilgi eksikliğine sahip inançlı insanların bu vasfından, sırf dünyalık için yararlanıldığı gibi, bir de bu insanların bu inançları ifsada uğratılmıştır. Binaenaleyh Yüce Yaratıcı Zümer Sûresinin 9. Ayetinde: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” demek suretiyle bizlere hatırlatmada bulunmuş iken, bir Kur’an muhatabı olan bizler maalesef bundan çok, ama çok uzaklarda kalmış durumdayız. Bunun için de tabir yerinde ise “iki yakamız bir türlü bir araya gelmemektedir”.
Şimdi gelelim bu işin Cumhuriyetle birlikte sürdürülen içeriğine:
İstiklal Savaşı kazanıldıktan sonra İtilaf Devletleri TBMM Hükümetini Lozan’da bir barış konferansına davet ettiler. Bir İngiliz oyunu olarak Anadolu Hükümeti ile birlikte, işgalleri altında bulundurdukları İstanbul Hükümetini de davet ettiler. Bu oyunu bozmak maksadıyla TBMM Hükümeti sadece kendilerinin katılması gerektiğini ve İstanbul’daki Hükümetin İstiklal Savaşında bir emeklerinin olmadığını beyanla bu talebi reddettiler. İstanbul Hükümeti katılmak için TBMM hükümetine başvuruda bulunduysa da bu başvuru da kabul edilmedi. Israr edilince de Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922’de kabul ettiği 308 numaralı: “ Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, hukuki hâkimiyet ve hükümranlığının hakiki mümessili olduğuna dair” adlı kararnamesiyle Saltanat, yani Padişahlık kaldırıldı. Ancak Halifelik kurumuna dokunulmadı. Akabinde Abdülmecit halife olarak atandı. Kabul etmek gerekir ki Saltanatın kaldırılması görüşmeleri esnasında TBMM’de fırtınalar kopmadı değil. Ama sonuç olarak Saltanat kaldırıldı ve son Osmanlı Sultanı Vahdettin maalesef İngilizlerin Malaya isimli savaş gemisine -fırtınalı ve sağanaklı bir günde- binerek İstanbul’dan ayrıldı. Neden Anadolu’ya gelmediği ise hâlâ bilinmiş değildir. Buna rağmen TBMM Hükümetini zan altında bırakan birçok hezeyan ise sürekli dile getirilmektedir.
Böylece 1924 yılına kadar gelindi. Ancak Halife Abdülmecit şartlı atanmış olmasına rağmen biraz da etrafındakilerin teşvik ve tahriklerine kapılarak hükümetin tasvip etmediği eskiden kalma bazı hareketlerde bulunmaya başladı. Hatta TBMM’indeki bütçe görüşmelerinde makamına mahsus ödenek ve harçların arttırılması talebinde bulundu. Üstüne üstlük bir de İngiliz gizli servisinin elemanlarından olan Hint uyruklu ve İsmailliye Mezhebine mensup Ağa Han ile Ali Han isimli ajanların “Hilafetin durumunun tahkim edilmesi” hususunda Başbakan İsmet İnönü’ye yazdıkları mektup, daha Başbakanın eline geçmeden muhalefete mahsus TANİN Gazetesinde yayınlanınca iş şirazesinden kopmaya başladı. O anda Ankara’da bulunmayan Cumhur Başkanı Mustafa Kemal’e durum bildirildi. Derhal Meclis toplantıya çağrılarak yukarıda değindiğimiz 431 sayılı Kanun çıkarıldı. Tarih 3 Mart 1924. Bu kanunun 1.Maddesinin günümüz Türkçesi ile hükmü şöyledir: “Madde 1- Halife görevden alınmıştır. Halifelik, esasen Hükümet ve Cumhuriyetin anlam ve kavramı dâhilinde mevcut bulunduğundan bahse konu Halifelik makamı kaldırılmıştır.” Bu metinden anlaşıldığına göre ve yukarıda da değinildiği üzere Halifelik Makamı yani Hilafet her şeye rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevi uhdesine tevdi edilmiş gözükmektedir. Yani esasta lağvedilmemiş, TBMM’nin hükmi şahsiyetine tevdi edilmiştir. Bu kanunun 2.Maddesiyle de kadınlar ve damatlar da dâhil olmak üzere Osmanlı Hanedanına mensup insanlar bir daha dönmemek üzere Türkiye dışına çıkarılmıştır. Hâlbuki Saltanat kaldırıldığında böyle bir karara varılmamıştır. Günümüzde olduğu gibi o gün de bazı çevrelerin tahrik ve teşvikleri meseleyi o hale sokmuştur.
Tabii olarak Saltanatın kaldırılmasında olduğu gibi Hilafetin kaldırılması görüşmeleri de TBMM’nde ateşli sahnelerin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu tartışmalar esnasında bu müessesenin İslamî veya dinî bir anlamının veya zorunluluğunun olmadığına dair, İslamî bilgiye sahip olduğu anlaşılan Mardin Milletvekili Seyit Bey’in şu konuşmayı yaptığı kayıtlarda mevcuttur: “ Efendiler! İslamiyet’te Ruhbanlık yoktur. Allah ile kul arasına girecek vasıta yoktur. Ruhaniyet teşkilatı yoktur. Papalık yoktur. İslamiyet’te Allah yolu açıktır. Herkes o yoldan gidebilir. Kur’an-ı Kerim “ İlmin tasdik etmediği şeye katılma” buyuruyor. “Beşikten mezara kadar ilmi takip ediniz yolunu açan Peygamberimiz: mantık, yani hikmet müminin öz malıdır. Onu nerede bulursa almaya herkesten çok mümin hak sahibidir” ışığını tutuyor. İslam ülkeleri bir zamanlar medeniyetin beşiği iken neden gerilemişlerdir. Çünkü bu akıl ve medeniyet yolunu terk etmişlerdir. Şu hakikati de hatırlatacağım: Şark’ta İslam âleminde medeniyet ve ilme en çok hizmet eden bizim milletimiz olmuştur. En büyük İslam âlimleri, hekimler, filozoflar, büyük hukukçular, fakihler, matematikçiler bizim milletimizin içinden çıkmıştır. Semerkant, Buhara, Nişabur, Belh, Fergana ve Bağdat; vaktiyle üçer beşer milyonluk mamureler idiler. Horasan’la Afganistan arasında bir Türk şehri olan Belh, altı milyon nüfusa sahipti. Bu gün yıkıntısı bile yok!
İslam, terakkiye/ilerlemeye mani oluyordu da bu medeniyet nasıl kurulmuştu. Hayır! Cehalet, taklitçilik, şekilcilik, hurufat/hurafeler bizi bu hale getirmiştir.”
Sanki o insan bu konuşmasıyla bu günü anlatmaktadır.
Sözün Özü: Sevgili dostlar, adına Hilafet denen kurumun kısaca özetini yapmış olduk. Aslında Cumhuriyet Hükümeti, reel ve rasyonel özelliklere sahip olmayan bu kurumu yine de canı gönülden arzulayarak fiilen kaldırmamıştır. Yani varlığı halen TBMM’nin uhdesinde bırakılmıştır. Gereğine binaen tekrar edilecek olursa yukarıda beyan edildiği üzere bazı sebeplere dayalı olarak fiilen kaldırılmış olsa da her şeye rağmen- zımnen- Türkiye Büyük Millet Meclisinin hükmi şahsiyeti uhdesinde bırakılmıştır. Ancak bundan kimsenin bilgisi olmadığı gibi, halkın o günkü şartlarda bu kuruma bağlılığı düşünülerek böyle davranılmış olduğu izahtan vareste olsa gerek. Yukarıda da naçizane değinildiği üzere bu kurumun, öyle düşünüldüğü gibi bir kutsiyeti asla yoktur. Vakti zamanında insanları peşlerinden koşturmak isteyenler maalesef bu kurumu istismar cihetine gitmede asla kusur bırakmamışlardır. O gün olduğu gibi bu gün de maalesef hâlâ o istismarcılık devam ettirilmektedir. Halkın bu konuda gerçek bilgi sahibi olmadıklarını bilerek bundan yararlanılmaktadır. Aynen cemaat ve tarikatçılıkta da buna benzer bir durum söz konusudur. Bu oluşumlar da vaktinde, çıkarılan kanunlarla lağvedildiği halde halen varlıkları devam etmektedir. Bunlar birer rey/oy deposu oldukları için ve dahi siyasetçilerin değirmenine su taşımakta olduklarından bunların, halkı istismar etmelerine göz yumulmaktadır.
Tekrar edecek olursak Hilafet diye kutsal bir makam yoktur. Bu konuda söylenenlerin hepsi istismar amacına yöneliktir. Ve sade insanımızın bu konuda bilgi sahibi olmadıklarından rahatça yararlanma cihetine gidilmektedir.
Aslında bu konu daha geniş bilgi vermeye gereksinim gösteren bir konudur. Ancak bu yazı türü buna müsaade etmemektedir. Bu nedenle sözü burada noktalamak zorunlu olmuştur. Selam ve dua ile.