Bu tabir, özellikle Elazığ ve çevresinde; vefasızlık, kıymet bilmezlik ve dahi çoğu hallerde de nankörlük edenler için bir hayret ve sitem sözü olarak kullanılır. Şimdi denebilir ki bayram değil seyran değil buraya ne sebeple geldik. Şu Sebeple: Sevgili dostlar bir adam döşünün ki devrinin en zalim devletlerin işgal ettiği güzelim Türkiye’yi aslanın ağzından değil, adeta karnından çıkarıp alarak bize yurt edinen Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk hakkında bazı bedbaht insanlarımız lafı güzaf kavlinden hiç de hakkı olmayan bühtanlarda bulunabilmektedir. Ancak ve ne var ki ve dahi ne yazık ki bunların ekseriyetini maalesef dindarım diyen bazı insanımız oluşturmaktadır. Ancak ve lakin bu insanlarımız canı gönülden inanıyorum ki bizzat ve kendi öz fikirleri sebebiyle bunları söylüyor değiller. Tüm bu abesin öz sahipleri, öğretmenim diyen bazı bedbahtların telkinleri sebebiyle hep bunlar olmaktadır. Buna, orta öğretim ve dahi bazı yüksek okullarda Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersini okuturken, esef ve üzüntü ile bizzat tanık olmuş biriyim.
Ben inanıyorum ki bu insanlarımız O müstesna insanı hiç tanımıyor ve dahi tanımak da istemiyor. Zira öyle doldurulmuşlar ki değme gitsin. Evvel emirde harf inkılâbı yaptı ki Kur’an okumayalımdan tutunuz da bir gecede bizi cahil bıraktıya varıncaya kadar bin bir bühtan ortalıkta arzı endam etmektedir.
Şimdi bu insanlarımıza belki bir faydası olur düşüncesiyle bu işin doktorasını yapan biri olarak çok şey değil, O insanın sadece ÜÇ ESERİNDEN bahsetmek istiyorum: BİRİNCİSİ: Bursa Amerikan Kolejinde okuyan dört Müslüman kızımızın Hıristiyan yapılmak istenmesi üzerine 20 Ocak 1928’de adı geçen kolejin Atatürk’ün derhal içerikli emriyle kapatılması. İKİNCİSİ: Müslüman kadınının Hıristiyan kadınları gibi oje vs sürünmesine tepki vermesi. ÜÇÜNCÜSÜ: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a Kur’an’ın meallendirilmesi/Türkçeye çevrilmesi.
Şimdi Sırasıyla bunları kısaca özetleyelim.
BİRİNCİYE ÖRNEK:
Bahsi geçen bu Amerikan Koleji, AMERİKAN BORD kısaltmasıyla ün yapan ve detayı Amerikan Yabancı Misyoner Komisyonu Kurulu olarak bilinen bu örgüt tarafından 1876’da Ermeni ve Rum öğrencilerini eğitmek üzere öğretime başlatılır. Yukarıda adı geçen şebekenin esas görevi dünyanın her yerinde TANASSUR yani HIRİSTİYANLAŞTIRMA yapmaktır. Bahsi geçen kolejde görevli öğretmenlerin tamamı da bu örgüt üyesidirler. 1908 yılında, yasak olmasına rağmen Müslüman öğrenci de kaydetmeye başlanır. Ve maalesef İNCİL derslerine her öğrenci mecbur tutulur ki bu sebeple ister istemez Müslüman öğrenciler de iştirak eder. Bu esnada Sabiha isimli Müslüman kız öğrenci, Edith Sanderson adlı öğretmenine, ruhsal rahatsızlıklar yaşamakta olduğunu kendisine dinî telkinde bulunmasını ister. Öğretmen önceleri sakınsa da daha sonra öğrencinin istediğini yapar ve Sabiha’nın diğer arkadaşları olan Muadelet, Seniha ve Namıka isimli öğrenciler de bu telkin seanslarına katılırlar. Bu arada Muadelet adlı kız öğrenci bu seanslarla ilgili günlük tutar ve bu günlüğünde vaftiz olmak arzusunda olduğuna dair günlüğüne not düşer. Daha sonra bu defter Şahide adlı bir kız tarafından ele geçirilir. Zira bunları yakından takip eden ve o kolejin eski bir öğretmeni olan Behice hanımdan destek alan ve adına “Uyanık Yavrular” denen öğrenci grubu konuyu deşifre eder. Ve olay 4 Aralık 1927’de bomba gibi patlar. Atatürk’ün emriyle 24 Aralık 1927 tarihinde Hasan Ali ve Behçet isimli iki bakanlık müfettişi görevlendirilir. Soruşturma 11 gün sürer. Soruşturma sonunda hazırlanan rapor gereği 31 Ocak 1928 günü bahsi geçen kolejden öğrenciler tahliye edilip, faaliyetten men edilerek kapısına detaylıca bilgi içeren bir not asılarak kırmızı mühürle mühürlenir. Konu hakkında ceza mahkemesinde ayrıca dava açılır. İşte buyurun mütedeyyin/dinî yaşamı önceleyen insanlarımıza önemli bir örnek.
İKİNCİYE ÖRNEK:
Yıl 1923. Mart ayının 13’ü. Lozan görüşmelerinin arefesi günleri. Konya’nın da içinde bulunduğu bazı illere 12 günlük bir seyahate çıkmış olan Atatürk, Konya Kızılay Kadınlar şubesince tertiplenen bir toplantıya katılır. Burada kadınlara yaptığı konuşmada kara çarşafın kadınımıza pek yakışmadığını ancak dinimizin gereği olan tesettürün/örtünmenin hem hayata hem de fazilete uygun olduğunu vurgulayarak; Avrupa’nın en serbest balolarında bile dış kıyafet olarak arzu edilmeyecek kadar açık giyimleri şiddetle tenkit ederek kadınımızın bu tür giyimlerden sakınmasını önermiştir. (Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, s.234). Ama gelin görün ki günümüzün özellikle Atatürkçü geçinen bazı kadınların hali pürmelâli hepimizin malumudur. İşte buyurun cenaze namazına! Ve ne yazık ki inansın - inanmasın hiç de bir Türk kadınına yakışmayan bu açık saçık giyinmelere tanık olunmaktadır. İşin daha da ilginç tarafı, tüm bu acayipliklerin ATATÜRKÇÜLÜK adına yapılıyor olmasıdır. Buradan şu sonuç çıkmaktadır. Demek ki ve Maalesef hiç kimse, ama hiç kimse ATATÜRK’Ü tanımamaktadır. Bu ise Milli Eğitimin ayıbı olsa gerek.
Bu konuda diğer bir örneği de, adeta Atatürk’ün rahle-i tedrisinde idame-i hayat eden ve som inkılâpçı olarak isim yapan Falih Rıfkı Atay’ın Pozitif Yayıncılık tarafından İstanbul’da 2004 yılında yayınlanan Çankaya isimli kitabının 448’inci sayfasından aktaracağız: “ Kadın anlayışında pek garplı/batılı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasına bile karşıydı. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğilimindeydi. Bırakın Müslüman kadının bir Hıristiyan’la evlenmesini; bir Müslüman erkeğin Hıristiyan bir kadınla evlenmesine bile karşıydı. Bu işler bize göre değil ha çocuklar” derdi. İşte buyurun size Atatürk. Ojeler rengârenk. İnsanımız Atatürk’ü yakından tanımadığı için giyim kuşam ve süslenmeler konusundaki tüm bu acayiplikler O muhterem insana atfedilmektedir. Ama çok yazık oluyor. İnanıyorum ki sırf bu sebeple O müstesna insanın muazzez ruhu şad olamamaktadır.
Bu hususta bir de 17 Şubat 1927 tarihine kadar tamamen Arapça okunan hutbelerin bu tarihten sonra Türkçe okutulmasına değinmek söz konusu olmuştur. Bu aydınlanma yine Atatürk’ün emriyle olmuştur. Bu emir üzerine 51 konuda hazırlanan Hutbe Kitabı’na ön söz yazan o tarihteki Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi şu ifadelere yer vermiştir: “ Hutbenin tamamen Arapça okunması, hutbedeki öğüt ve nasihatlerden faydalanmak isteyen ve Arapça bilmeyen Müslümanların din ve hayat konusunda dosdoğru yaşama çabalarına imkân olmaz. Bu münasebetle Müslümanların anlayacağı bir dile hutbelerin çevrilmesi hem bir zaruret hem de bir mecburiyet olmuştur”. İşte buyurun sevgili mütedeyyin dostlar. Daha Atatürk ne yapsın ki ona bu değin kin ve nefret gütmeyelim. Sevgili dostlar insan tanımadığının cahili olur. O halde tanımak lazım ki cehaletimizi ve dahi günaha girmememizi sağlayalım. Aksi halde vebal aldığımızdan da sorulacağımızı asla unutmayalım.
ÜÇÜNCÜYE ÖRNEK:
Yukarıda değinildiği üzere, bir mana adamı olan Atatürk’ün, yıllardan beri değil asırlardan beri insanlara anlamadık bir dille güya okutulan İlahî Kelâm’ın böyle devam etmesinin İlahî murada aykırı olduğunu düşünerek, devrin o işi yapabilecek birileri tarafından halkın anlayacağı dile çevrilmesini istemiş; o iş için de Mehmet Akif Ersoy ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır olduğuna kanaat getirerek bu kutlu işi o iki insana tevdi etmiştir.
Bu işe 1925’te karar verilerek, 1926 yılından itibaren Mehmet Akif Ersoy ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır 1000’er lira karşılığında bu işle görevlendirilmişlerdir. Mehmet Akif tercüme ile Hamdi Bey de yazmakla işe başlarlar. Bu iş yaklaşık 12 yıl sürer. Ancak Mehmet Akif Ersoy bu arada istifa ederek ayrıldığı için işi, Elmalılı üstlenmiştir. Elmalılı cidden devrinin belli simaları arasında olup, din işlerinden başka olarak biyoloji, fizik, kimya, matematik ve felsefe konularında da bayağı donanımlıdır. Arapça ve Fransızca bilmektedir. Aynı zamanda 1906’da Bayezit Dersiamı olarak da icazet almıştır. İttihat ve Terakki Hükümetinin tepkisine rağmen diğer konular meyanında dinî konularda da yayın yapan süreli yayınlar olan Sebil-ür Reşad, Beyanu’l Hak ve Ceride-i İlmiye isimli devrin yayın organlarında 70’in üzerinde makaleler yayınlamıştır. Tüm bu çabalar adı geçenin ilmi seviyesini gösterir mahiyettedir. Ayrıca 1909’da Mülkiye Mektebinde Ahkâm-ı Evkaf ve Arazi dersleri yanında Mekteb-i Kuzatta da Fıkıh dersleri vermiştir. Aynı zamanda Burdur mebusluğu/milletvekilliği de yapan adı geçen İstiklal Harbi sırasında, Anadolu Harekâtına ciddi manada karşı olan Damat Ferit hükümetinde de bakanlık yapmıştır. Bu sebeple zaferden sonra Ankara’ya celp edilerek İstiklal Mahkemesinde idamla yargılanmıştır. Ancak 40 günlük tutuklu kaldıktan sonra bizzat yaptığı savunmasını müteakip suçsuz olduğu anlaşılarak beraat etmiştir. Yukarıdaki özet bilgilerden de anlaşılacağı üzere; Muhammed Hamdi Yazır’ın bu iş için layık biri olduğu kendini göstermektedir. Adı geçen yoğun çalışması sonunda HAK DİNİ KUR’AN DİLİ adıyla meal ve tefsir boyutunda işin üstesinden gelebilmiştir. Adı geçeni bu kutlu hizmetinden ötürü rahmet ve minnetle yâd etmeliyiz. Ruhu şad, mekânı cennet ve makamı âli olsun. Tabi ki bu işin mimarı olarak Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü de aynı duygularla yâd ediyoruz.
1935-1939 yılları arasında, adı geçen eser 10.000 adet basılarak Anadolu’nun muhtelif merkezlerine tevzi edilmiştir. Ancak ne yazık ki “Türkçe Kur’an olmaz” yaveleriyle kendini bilmez ve adeta din ve Kur’an müfettişliğine soyunan bazı Kur’an cahilleri tarafından konu ifsada uğratılmaya çalışılmıştır. Maalesef bu cühela grubu günümüzde de arzı endam etmekteler. Ne diyelim Allah akıl ve izan lütfeylesin. Adamlar ne hikmetse Kur’an’dan çok; ne derece sağlıklı olduğu pek belli olmayan ve Kur’an’ın tebliğcisi olan Hz. Resul’ün vefatından en erken 100 yıl sonra hem de yazılı olmayıp sözlü olarak derlenen Hadislerin peşine düşmüş durumdalar. Acımak lazım. Bir de bu insanları o yola sevk edenlere akıl tavsiye etmeliyiz diye düşünmekteyim. Beddua etmek içimizden gelmiyor. Çünkü onları da zamanında ifsada sürükleyenler olmuştur. Binaenaleyh eski tutkuları değiştirmek çok zor. Zira Hz. Resul dahi bu konuda çok sıkıntı çekti. Onun için de işe gençlerden başladı.
Şu anda halkın elinde bulunan ve adı geçene ait Meal, bir heyet tarafından tefsirden yararlanarak insanların hizmetine sunulmuştur.
İşte tüm bu kutlu hizmetlerden haberdar olmayan veya bilinçli olarak haberdar edilmeyen mütedeyyin insanlarımız için “ÖRT Kİ ÖLEM” dedik. Allah aşkına bu konuda daha ne söylenebilir. Aklıselim herkese selam ve dua ile.