Milli Mücadele’nin mimarı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1922 yılı sonbaharı öncesinde sinyaller şeklinde; sözü geçen tarihten itibaren de oldukça yoğun olarak, kuracağı devletin temel öğesini oluşturan insanların kültürel manada çağdaşlarının gerisinde kalmasına asla tahammülünün olmadığı fevkalade belirgindir. Bunu, savaşın devam ettiği süreçte dahi gözlemlemek mümkündür.
Atatürk İnkılâpları alanında verilen muhtelif kaynaklardan rahatlıkla izlenebileceği üzere, İstiklal Savaşı gibi çok çetin bir mücadele veren Türkiye insanının kılık kıyafet bakımından oldukça dağınık ve hiç de göze hoş görünmeyen giysilerle giyinik oldukları söz konusudur. Yoksulluğun bir göstergesi olan yırtık ve yamalı giysileri bir yana bırakacak olursak, denebilir ki yenisi-eskisi, yamalısı-yamasızı olmak üzere Anadolu insanının cidden çok çeşitli giysiler kullandıklarına tanık olunmaktaydı. Kimileri potur, kimileri şalvar giyinmekte iken kimilerinin de muhtemelen dinin etkisiyle, adeta Arap âleminin giyindiği ve iklim bakımından asla Türkiye’nin hava şartlarına uyumlu olmayan fistan ve benzeri şeyler giyindikleri görülmekteydi. Bazıları başlarına bir Rum başlığı olan fes takarken; bazıları, adına sarık denen ve takanı hiçbir şeye benzetmeyen bir başlık takmaktaydı. Bazılarının da kabalak denen başlık kullandıkları görülmekteydi. Bu durum, hem kentte hem de köyde geçerli olan bir gerçekti. Bunun, bölgesel ve bölgeler içinde yerel boyutları da vardı. Bu pejmürdelik, maalesef kendisinden hemen her bakımdan ileride bulunan çağdaş Batı toplumları arasında toplumsal vakara asla uymayan bir manzaraydı. Zira Tarihe büyük emekler veren bir milleti oluşturan bu halk, bu pespayeliği hak etmiyordu. Savaş meydanlarında mat edilen halklar karşısında böyle acayip kılık kıyafetlerle ortalıkta görünmek, bir bakıma kendini bile bile rencide etmek oluyordu. Atatürk’e göre Türkiye insanının Batı toplumundan asla geri olmadığının ispatına, öncelikli olarak dış görünümle başlanmalıydı. Diğer alanlarda aynı seviyeye ulaşmak, bundan sonraki işti. Çünkü bu insanlar; safsatanın bilim, hurafenin din kabul edildiği bir süreç sebebiyle bu kötü manzaraya duçar olmuşlardı.
Yukarıdaki manzara erkeklere mahsustu. Tabii olarak bir de kadınların durumu söz konusuydu. Onların hali daha da perişanlık arz ediyordu. Hurafe bulaştırılmış dinin etkisiyle, kadına giydirilen ve giyen o insanın sadece gözlerini açıkta bırakan kapkara çarşaflar, kötü niyetleri gerçekleştirmek üzere erkekler tarafından da kullanılıyordu. Binaenaleyh, kadının saçından bir telin gözükmesi, ilgili ilgisiz her kese cehennemi boylatabilirdi. Aman Yarabbi! Senin adına serdedilen bu hezeyanların şerrinden sana sığınmaktan başka çare olmadığını pekâlâ sen biliyor ve mutlaka biz acizlere acıyorsundur. Bu manzaranın dışında kalan bazı kadınların ise muhtemelen buna tepki olarak açık giyindikleri söz konusu olmalı ki, Atatürk’ün bu hususu tenkit eden ve aşağıda değineceğimiz bazı söylemlerine tanık olunmaktadır.
İşte Atatürk bu hoş olmayan manzarayı gidermek için bazı girişimlerde bulundu. Bu ise, o insana “Gardırop Devrimcisi” yaftasını layık görenlerin türemesine vesile teşkil etti. Tabiidir ki toplumu oluşturan her bir ferdi aynı ölçüde memnun etmenin mümkün olmadığına Tarih çok net olarak şahitlik etmiştir, etmektedir. Bu bakımdan biz buna bir hasedin tezahürü gözüyle bakıyor ve talihsiz bir beyan olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Burada hemen şunu eklemeliyiz ki, Atatürk’ün kadının giyim kuşamını kodifiye etmediğini, ancak beğenmediği ve asla Türkiye kadınına yakıştırmadığı tarzları her fırsatta dile getirerek bir bakıma işi nasihatle düzeltmeye çalışarak bu konuda yasa çıkarmayı yakışık görmediğini düşünmekteyiz. Ama erkek nüfus için yasa seviyesinde bazı düzenlemeler yapmıştır
Erkek nüfus konusunda yaptığı ilk yasal düzenleme, hemen herkesin bildiği ve fakat şimdilerde hiç kimsenin uymadığı şapka giyilmesine dair olan kanundur. Oysa her bir erkek nüfusun, aynı durumda olan cumhuriyet savcılarının ve bunlara niyabeten hareket edenlerin gözünün içine baka baka hükümlerini ihlal ettiği bu kanun, değiştirilemezligi bakımından anayasal tahkime tabi kılınmıştır. Bu durum, her bakımdan akıl, mantık, realite ve tecrübe adamı olan Atatürk’ün asla tasvip etmeyeceği bir durumdur. O realist insan şayet sağ olup bu vaziyeti görecek olsaydı derhal o yasayı iptal ettirirdi. Zira kendisinin böyle görüntülere asla tahammülü olamayan biri olduğunu her bir icraatından tanıyoruz.
Atatürk’ün Lozan Antlaşmasına onay verecek olan II.TBMM seçimleri münasebetiyle yaptığı yurt gezilerinde gerek kadın ve gerekse erkekler bakımından tanık olduğu ve kendi beyanıyla “gayrı medeni” gördüğü bu giyim kuşam dağınıklığını daha sonraki yurt gezilerinde ve 25.11.1925 gün ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun’un ön hazırlığı olmak üzere önemli tenkit ve telkinlerde bulunduğu söz konusudur.
Yerli ve yabancı olarak Atatürk İnkılâpları konusunda fikir beyan edenler, şapkayı Kemalizm’in simgesi olarak niteleyerek şapka kanununa aykırı hareketler münasebetiyle yapılan idamları hayli yüksek göstermekte iseler de, bu yazımızda anlatmak istediğimiz bu olmadığı için o yöne girmeyeceğiz. Ancak yukarıda sözü geçen kanun çıktıktan sonra “fes yırtma” etkinlikleri düzenlendiği hakkında kayıtlara rastladığımızı kaydetmeliyim.
Tarih 28 Ağustos 1925. Daha soyadı kanunu çıkmadığı için Atatürk, Gazi unvanıyla İnebolu Türk Ocağı’nda bir konuşma yapmaktadır. “Hanım ve bay arkadaşlarım” diye başlayan konuşmasında, fesin Yunan serpuşu, cüppenin Yahudi hahamlarının giysisi olduğunu söylüyor. Ve yaygın giyimleri “altı kaval, üstü şişhane” olarak tenkit ederek güncel dile çevirdiğimiz konuşmasına şöyle devem ediyor: “ Medeni ve uluslar arası kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için uygun bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabii olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta, siperi güneşlikli olan başlık. Bu başlığın adına şapka denir…(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.220-221).
Tarih 01 Eylül 1925. Gazi yine İnebolu’da ve aynı anlamda bir konuşma yapıyor: ”Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. Başında fes, fesin üstünde yeşil bir sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket. Medeni bir insan bu acayip kıyafete girip dünyayı kendisine güldürür mü? (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II,s.226).
Lozan süreci yoluna girilmiş ve Gazi Paşa 13 Mart 1923’te 12 gün sürecek Adana, Mersin, Tarsus, Konya, Afyon ve Kütahya gezisine çıkmıştır. Konuşmalarında yoğun bir İslami dille halktan destek istemektedir: “Elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız… Din-i mübini İslam’ın çok ulvi esasları… Şer’i Mübin… Nusus-ı Kur’aniye…” den söz eden Gazi aynı zamanda yenilik ve medeniyet vurgusu da yapıyor. Konya Kızılay Kadınlar Şubesi’ndeki konuşmasına “Muhterem hanım ve beyefendiler” sözleriyle başlıyor. Hayatta kadınla erkeğin her zaman yan yana olması gerektiğini anlatıyor. Çarşafı “çok kapalı, çok karanlık bir dış şekil” diyerek tenkit ediyor. Bu arada “dinimizin emrettiği tesettürün hem hayata hem fazilete uygun olduğunu” söylüyor. “Avrupa’nın en serbest balolarında bile dış kıyafet olarak arzu edilmeyecek kadar açık” giyimleri tenkit ediyor. (Taha Akyol; Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, s.234).
Kadınlarla ilgili olarak Atatürk’ten bir tespit daha yaparak sözü bağlayacağız. Bu tespiti, adeta Atatürk’ün dizinin dibinde yetişen Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya isimli eserinden yapacağız: “Kadın anlayışında pek garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalıydı. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalıydı. Medeni Kanun’la Türk kadınına garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lazım gelince: ‘- Bize göre değil ha çocuklar…’derdi” (Falih Rıfkı Atay; Çankaya, Atatürk’ün doğumundan ölümüne kadar, Pozitif yayınları, İst. 2004, s.448).
Güncel giyim kuşam konusunda Atatürk’ü referans gösteren veya göstermek istemeyen kadın, erkek, Atatürkçü olan olmayan, mütedeyyin, muhafazakâr, laik veya anti laik herkese, Atatürk adına ithaf olunur. Her kese selam ve sevgiyle.