Hemen söyleyelim ki; kendileri gibi akılları da yaratılmış olan ama bunu bir türlü kavramak ve dahi anlamak niyetinde olmayan bazı cahiller güruhunun düşündüğü gibi LAİKLİK, LA DİNİLİK yani DİNSİZLİK demek değildir. DİN ve DEVLETİN karşılıklı konumlandırılması uygulamasıdır. Bunun anlamı şu olsa gerek: İnsanlar ne DİNSİZ ve ne de DEVLETSİZ olabilirler. Bunu herkes peşinen bilmelidir. Birilerinin Laikliği kendileri için LA DİNİLİK anlamında bir nevi kara sevda gibi çokça arzuluyorlar ise de, âlemi kendilerine güldürmekten başka bir şey elde edemezler. Bu da böyle biline. Bu fevkalade önemli tespiti yaptıktan sonra galiba ana temaya geçebiliriz.
Konumuzun detayına geçmeden önce bu meşhur kavramın anlamı üzerinde-az da olsa- durmanın gerekli olduğunu düşünmekteyiz. Bir kere kelime Türkçe değil. Batı kökenlidir ve vakti zamanında yönetimlerin Kilisenin tasallutundan kurtulması veya kurtarılması amacına yönelik olarak ortaya çıkmıştır. Fazla teknik konuya girmeden söyleyecek olursak konu, dinî yani dinsel olmayan şey demek olup kelime kökeni olarak Fransızcaya dayanır. Bunun için de yani kilisenin yönetime müdahalesini gidermek için çok ciddi mücadeleler verildi. Ama bizde öyle bir şey olmadı. Söz konusu kavram bir çırpıda Anayasaya eklenerek adeta altın tepsi içerisinde millete sunuldu. Peki, gerekli miydi evet-zaruret hali itibariyle- gerekliydi. Zira muhtelif mahfillerde din, yani İslam adına vaaz eden bazı simalarca gerekli gereksiz, yerli yersiz olarak yönetim tarzına veya bazı uygulamalar aleyhine sözler söylenmeye başlandı. Şeriatın ne olduğunu doğru dürüst bilmeyen kimseler ille de şeriat uygulansın diye bazı tenkitlerde bulunmada ısrarcı oluyorlardı. Hâlbuki İslam’ın ve dahi onun anayasası demek olan Kur’an, devlet yönetimi konusunda “ŞURAYI” yani DANIŞMAYI amir olup, her hangi ve belli başlı bir model ön görmemektedir. Böyle olunca da bu yola başvuruldu. Zira cumhuriyet tam da bu demekti.
İşin acı tarafı, yukarıda da kısaca değinildiği üzere bilhassa cami kürsülerinde vaaz eden insanların çoğunluğu bu konuda yani şeriatın ne demek olduğu konusunda yeterli bilgiye sahip değildi. Belki İstanbul vaizleri belli bir seviyeye sahiplerdi ama Anadolu’nun genelinde maalesef bu seviye yoktu. O tarihlerde memlekette doğru dürüst İlahiyat Fakülteleri bile yoktu. Yani günümüzdeki gibi akademisyen bolluğu yoktu. Hatta hutbelerde, hükümet uygulamaları hakkında söz söyleyenlerin çoğu ilkokul mezunu bile değildi. Ama her nedense böyle davranmaktan bir türlü vazgeçilmiyordu. Bu durum, bu insanların birilerinin veya bazılarının telkin ve teşvikleriyle böyle davrandıkları hususunda ciddi manada algılanma çağrıştırılmış oldu. İşte tam da bunun için bu kavram Anayasaya eklendi. Akabinde de Diyanet İşleri Başkanlığınca cami görevlileri maaşlı, yani devlet görevlisi haline getirildi. Getirildi ki öyle ulu orta kimseler sadra şifa olmayan ve dahi boylarını aşan şeyler konuşmasın. Bendeniz çok iyi hatırlıyorum 1950’li yıllarda cami görevlilerinin ekseriyeti halk tarafından ücretlendirilerek hizmete sokuluyordu. Aslında bu uygulama tam da laikliğe uygundu. Zira böylece devlet dine karışmıyor mevkiine getirilmiş oluyordu. Fakat din adına konuşanlar yine de zülfü yâre dokunmaktan geri kalmıyorlardı. Böyle olunca da din adına konuşanlar ister istemez devlete bağlanmak zorunda kalındı.
İşte bu mevcut uygulama maalesef pek laikliğe uygun düşmedi düşmüyor. Binaenaleyh devlet dine karışıyor bir mevkide bulunmaktadır. Oysa laiklikten maksat; ne devlet din işlerine karışmalı, ne de din devlet işlerine karışmalıdır. Bu prensip ise laikliğin tas tamam özünü ifade etmektedir. Demek oluyor ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti görünürde laik, ama esasta laik değil. Bunun içindir ki mesele ha bire tartışma konusu edilmektedir. Bu duruma göre daha da tartışılacağa gebe gözükmektedir. Amma ne var ki söz konusu mesele öyle bir çırpıda halledilebilecek bir arılıkta hiç değil. Zira birini diğerine tercih etmek hiç mümkün değil. Böyle olunca da işin içinden çıkmak pek kolay olmuyor ve kolay olacağı ümidi ise görünürlerde yok. Allah rast getire demekten başka söz bulamıyoruz.
Peki, vakti zamanında kendilerine laikliği ilke edinen Batılılar nasıl hareket ediyorlar. Tas tamam ve işin tam da özüne göre hareket ediyorlar. Mesela kilise görevlilerinin maaşlarını bizzat kiliseler ödüyor. Bunun için de kilise müdavimlerinden KİLİSE VERGİSİ alınmakta ve tüm giderler bu paradan karşılanmaktadır. Böyle olunca da hiç kimsenin bu konuda söz söyleme hakkı kalmıyor.
Peki, bizde öyle mi? Hayır. Sadece din hizmetleri adı altında görev yapan tüm görevliler, sadece “dindar” tabir edilen bir gruba hizmet vermekte olmalarına rağmen, her devlet görevlisi gibi devlet bütçesinden yararlandırılmaktadırlar. Oysa diğer devlet görevlileri, mesela asker, polis, hekim, postacı ve diğerleri hemen herkese hizmet etmekteler. Dolayısıyla halktan toplanan vergilerden doğruca yararlandırılmaktadırlar. Uygulama, din görevlileri dışında kalan kamu görevlileri için tas tamam doğru. Ancak İsevi, Musevi, Alevi, ateist ve dahi deist gibi zümrelerden alınan vergilerden sadece din hizmeti olarak belli bir zümreye, görevi gereği hizmet veren ve adına “Din Görevlileri” denen görevlilere bu vergilerden yapılan ödemeler külliyen yanlış. Mesela Cem Evleri, havra ve kilise görevlilerine her hangi bir ödeme yapılmamaktadır. Tabii olarak burada hakkaniyet yok olmaktadır. Hâlbuki devlet bütçesinde bu vatandaşların ödediği paralar da var. İşte tam da bunun için bu konudaki tartışmalar bitmiyor ve bitmeyecek de.
Bakınız sevgili dostlar, sakın yanlış anlaşılmasın. Bendeniz cami ve seccade ile barışık biriyim. Hakkımda bu açıdan yanlış düşünülmeye sebebiyet vermek istemem. Ben Allah’ın bir aciz kulu olarak bir yanlışı anlatmaya çalışıyorum. Zira toplumların huzuru bu tür yanlışlardan ötürü bozulmaktadır.
Zira İslam gerçekten buna izin vermez. Burada kul hakkı ihlali var. Mesela İslami uygulamada gayrimüslimlerden sadece ve cizye/baş vergisi adı altında bir vergi alınıyordu. Bunun nedeni de onların can ve mal güvenliğinin devlet tarafından sağlanıyor olması sebebiyle idi. Diğer işlerinde kendi hür reylerine terk edilmişlerdi.
İşin daha da çok dikkat çekeceği bir yönüne değinmekte yarar olacağını düşünmekteyim. Mesela vatandaştan “CAMİ/MABED VERGİSİ” adı altında bir vergi alınsın bakalım ne kıyametler kopar. O her gün (Allah kabul etsin) cami yolunu aşındıranlar bakın bakalım ne kıyametler koparacaklar. Oysa işin aslı esası tam da bu olsa gerek. Zira laikliği örnek aldıklarımız bu işi böyle yapıyorlar. Ya olduğun gibi veya göründüğün gibi olmak İslam’ın gereği değil midir? Amma ve lakin bu uygulama ne devletin ne de Müslümanların işine gelir.
Dikkat çekici bir diğer noktayı daha kaydederek sözü bağlamak istiyoruz. Bakınız adına “din görevlileri” tabir edilen ve bilgileri açısından irili ufaklı her bir insanımız kendisini diğer insanımıza göre cennete/kurtuluşa daha yakın hissetmekteler. Bu tavrı her hallerinden okumak ve dahi sezinlemek fevkalade mümkün. Oysa bu insanlarımıza maaş olarak ödene paralar baştan aşağı şaibeli durum arz eder. Tabi ki kendilerinin bir günahı yok. Günah, buna sebebiyet veren sisteme ait. Ancak bendenizin söylemek istediği, bu insanlarımızın bu konudaki yanlış düşünceleri üzerinedir. Mesela bu insanlarımız, polis, asker, hekim vs. kamu görevlilerine göre kendilerini kurtuluşa daha ehil görmekteler. Oysa bu düşünce tas tamam yanlış. Binaenaleyh yukarıda da değinildiği üzere kendilerine ödenen maaşlarda ciddi manada ve haram helal bakımından asla yabana atılamayacak derecede şaibeli bir durum var. Galiba değil, her halükarda bu durum kendilerinin dikkatlerinden kaçmış gözükmektedir. İnşallah yanılıyorumdur. Sürçü lisan ettikse affola.
Bu vesile ile her din kardeşlerimizin yaklaşmakta olan mübarek Kadir Gecesini ve dahi Ramazan Bayramını cani gönülden kutluyor ve her birine dünya ve ahiret saadeti diliyorum. 25 Nisan 2022/ 25 Ramazan 1442.