Bu yazıyı, üyesi bulunduğum Türkiye Emniyet Müdürleri Sosyal Yardımlaşma Derneğinin çıkarttığı ve finans yetersizliği sebebiyle elan yayınlanamayan Çağın Polisi dergisinin 121. sayısında yayınlanan “Kadın Cinayetlerinin Panoramik Anatomisi” adlı makalemden ötürü aldığım haksız ve ucu hakarete dayanan tenkitlerden dolayı yazmış bulunuyorum. Zira tenkitlerin hemen hepsi özellikle Atatürk İlkeleri doktoru olmam üzerine yoğunlaştırılmış ve kazanmakla son derece iftihar ettiğim bu sanım, resmen alay konusu edilmekteydi. Bu alaylı sözlerden anladım ki güzelim Türkiye’nin kalemşorları bazı hallerden bihaber olarak ahkâm kesmekteler. Hani “Merdi Kıpti methin ederken, sirkatin söyler” misali, hali pürmelâl bir durum.
Milliyet Gazetesinde çalışan ve feminist akıma mensup olduğunu sezinlediğim Burcu Karakaş adlı bir muhabir, bilgi çarpıtma amaçlı olduğu her halinden belli olan ve öncesi-arkasıyla tamamen kopuk bir kısım bilgileri söz konusu makaleden alıntılayarak “Türk Erkeği Hans Değil ki!” başlığı altında ve sür manşet olarak aynı gazetenin 25.01.2012 tarihli nüshasında yayınlanmasına vesile olmak suretiyle adeta, bir fırtına koparılmış oldu. Oysa söz konusu makalemin hiç olmazsa giriş paragrafı ve dahi sözü tamamlayan son paragrafının okunması halinde dahi bu makaleyle neyi murat ettiğimiz, net olarak görülecektir. Ama amaç, gerçeği görmek olmadığı için genel olarak yapıldığı üzere bu yanıltma haber yolu seçilmişti. Hani “Adam köpek ısırdı” misalinde olduğu gibi.
İlginçtir ki bu haberin önü arkası araştırılmaksızın Mehveş Evin ve Ruhat Mengi hanımefendiler de bendenizi adeta taşa tuttular. Vay efendim nasıl olur da ben kadına da kusur bulurmuşum. Mesela, Ruhat Mengi hanımefendi 27 Ocak 2012 tarihli makalesinde “Kadın Cinayetlerini Teşvik Eden Emniyet Müdürü” başlıklı yazısında “Bu Emniyet Müdürü Sorgulanmalı” değil midir ifadesini kullanmadığı için hayıflandığını bile dile getiriyordu. Hıncı görüyor musunuz? Oysa bu muhterem hanımefendi her fırsatta düşünce özgürlüğünden bahsedenlerin başında gelmektedir. Aynı yazısında ancak hatıralarımı yazabilirmişim den tutunuz da nasıl olur da benim gibi bir adam Atatürk İlkeleri doktoru olurmuşa varıncaya kadar direkt ve dolaylı olarak ve dahi hakaret kokan ifadelerle; ucu, rencideye kadar dayanan kelimeler kullanıldı. Hâlbuki polis ve mahkeme kayıtları apaçık durumda. Her iki yazara da hem yazdığımdan neyi murat ettiğimi bildiren bir yazı, hem de makalemin tamamını elektronik posta ile yolladım. Sonrasını, geçirdiğim bir ameliyat sebebiyle takip edemedim.
Aynı habere binaen bir de SKY TÜRK TV kanalı beni telefonla yayına alarak meselenin sebeb-i hikmetini; adeta sorgulayan bir edayla, söylediklerimi yayınlamaktan ziyade bu yayın sayesinde istedikleri mecrada konuya bir anlam kazandırılmaya çalışıldı ise de sanıyorum buna muvaffak olunamadı. Burada da Atatürk İlkeleri doktoru olan bir adam nasıl böyle şeyler yazar diye muhatap olduğum bir soru üzerine; Atatürk’ün dizinin dibinde yetişen ve som bir inkılâpçı olduğu konusunda farklı düşünce sahiplerinin müttefik olduğu Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinden aşağıya aldığım şu pasajı okumaya çalıştım : “ Kadın anlayışında pek garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu; onun hissi, mizacı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medeni Kanunla Türk kadınına garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk Kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lazım gelince : ‘-Bize göre değil ha çocuklar…’derdi. (Pozitif Yayınları, İst.2004, s.448). Pasajın daha ilk satırlarını okuyorken spiker hanımefendi derhal sözümü kesti ve devamına müsaade etmedi. Anladığım kadarıyla sayın spiker, gerçek Atatürk’ü hem kendisi tanımak istemiyordu. Hem de tanınmasına fırsat vermek taraftarı değildi. Anladım ki bu memlekette Atatürk adına ahkâm kesenler, hangi görüş ve düşünüşe sahip olurlarsa olsunlar, maalesef gerçek Atatürk’ü tanımamaktalar. Ve dahi tanımak da istemiyorlar.
Gelelim söz konusu makalede yer alan Hans meselesine: Batı toplumu ile birçok bakımdan ciddi farklılıklar gösteren Türkiye Toplumu karşılaştırmasında bunu çok özel bir örnek olarak sunmaya çalışmıştım. Esasen fırtınanın omurgasını da bu örnek teşkil ediyordu. Kabul etmeliyim ki bu örnekte okuyucuyu yanlış düşünmeye iten ve makalede yer bulan “bir de ikramda bulunur” ibaresiydi. Başta makalenin yer aldığı Çağın Polisi Dergisinin editörü olmak üzere birçok okuyucunun, bu ifadeyi hâşâ eşini ikram eder gibi anlamış olmalarına sebep olduğumu bilahare öğrenmiş oldum. Oysa söz konusu edilen manayı taşıyan ifade bu olmayıp “bir de bir şeyler ikram eder” anlamındaki ifade olduğunu, o gün de düşünmüştüm, bu gün de düşünmekteyim. Bazı okuyucuların anladığı manada bir ifadede bulunmak, hezeyandan öte bir terbiyesizliktir. Öyle bir şeyi yazmak en hafifinden kara cahillik olurdu. Bu bakımdan asla öyle bir muradım yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Şekil ne olursa olsun her bir toplum, iffet ve onur sahibidir. Öyle bir şey yazmak, kendimin de üyesi bulunduğum beşeriyetin bir üyesini, -affa mazhar olarak söylemeliyim ki -hayvan derekesine indirgemek olur ki; bu, Atatürk’ün tabiriyle ŞİN olur. Bu itibarla okuyucularımızın böyle anlamasına sebep olduğum için onlardan ve dahi aynı ismi taşıyan-taşımayan Batılı zevattan özür dilemeyi bir borç kabul ediyorum.
İşte bu yazıyı kaleme almamıza vesile teşkil eden bu olay ve buna dayalı olguları böylece özetledikten sonra, gelelim ÜÇ ATATÜRK meselesine:
Hasbelkader yaptığım araştırma ve incelemelere göre güzelim Türkiye’de maalesef üç türlü Atatürk’ün var kılındığına muttali oldum. Bakınız, var olduğuna değil var kılındığına muttali oldum diyorum. Çünkü maalesef, bu vatanı hiç kimsenin ummadığı bir eyyamda adeta aslanın karnından çekip çıkaran ve kanla hercümerç olmuş bu topraklar üzerinde kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin banisi bu ulu kişiliği, kim ne derse desin, gerçek haliyle tanıtamamışız. Bu durum halen de devam etmektedir. Bunun içindir ki bu yazıyı yazmaya kendimi borçlu addettim. Çünkü bu mesele tamı tamına on iki yılımı aldı. Ben bu işle uğraşırken dahi bazı zevat-ı muhterem tarafından “mastır-mustur” diyerek, görevle birlikte yaptığım bu çalışmam alay konusu ediliyordu. İşte iddia ettiğimiz üç Atatürk:
- Cehalete kurban edilen Atatürk.
- Cehalete alet edilen Atatürk.
- Gerçek Atatürk.
Bu fevkalade elim manzaranın vebali, yaptığım araştırmayla sabittir ki Tevhidi Tedrisat öncesi var olan öğretim modelinde hurafe bulaştırılmış dinin anlatıldığı mekânlarda yetişen ve ısrarla yetiştirilip halk arasına imam sanıyla serpiştirilen insanlara ve bunları yetiştirenlere ait olsa gerek.
Konuyu bizzat ailemden örneklemek istiyorum: 1960’lı yıllardı. Elazığ ilindeki köyümüze transistörlü radyolar ilk defa gelmişti. O yıllarda TV olmadığı için insanlar dinî programları radyodan takip ediyordu. Ben, ümmi olan babamla birlikte böyle bir programı dinlemiş ve söz duaya gelmişti. Duahan yaptığı duanın sonuna doğru Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını da anınca babam hınçla radyonun başından ayrılarak tepki vermişti. Sebebin ne olduğunu anlamıştım. Minnet ve rahmetle andığım İlk Okul öğretmenim Arapkirli Hüseyin YIRIK’tan öğrendiğim kadarıyla meselenin anlatıldığı gibi olmadığını -o günlerdeki bilgimle-her fırsatta kendisine anlatmaya çalıştım. Babam bir gün bana: “-Oğlum galiba sen haklısın. Atatürk dini baltaladı diye ha bire bize telkinde bulunuyorlar ama Atatürk’ü daha önce gördüğüm üniformalı haliyle ve bana sert bakışlar içerisinde rüyamda sıkça görmeye başladım” dediğini hiç unutmuyorum. Ve gerçekten daha sonra o ruh halini bıraktığını sevinç ve kıvançla gördüm. Ben çok iyi biliyordum ki okuma yazma bilmeyen babam imam (!) denen bazı bedbahtların kurbanı olmuştu. Tabi burada gerek İstiklal Harbine emek vermiş ve gerekse gerçek İslâmı bilen ve anlatan din görevlilerimizi tenzih ediyor ve ebediyete göçenlerini de rahmetle anıyorum.
Diğer ve daha da çarpıcı bir örneği, Anıtkabir mozole ve müzesini gezdirdiğim genç bayan bir yakınımda tespit ettim. Gezi sırasında bir camekânda Kur’ân görüp bakış ve hareketleriyle hayret içinde kaldığını sezince o ruh hali hakkında sual ettiğimde: “- Ya amca, bize Atatürk’ün Kur’ân’ı yaktırdığını ve tüm din adamlarının sakalını kestirip astırdığını söylemişlerdi. Meğer öyle değilmiş” dediydi. Tabii olarak o kişiye de dilim döndüğünce nasihat ve telkinlerde bulundum. Kendisine bir de Atatürk’ün öncülük ettiği mealli bir Kur’ân hediye ettim. Bu konuda da sevinçli ve kıvançlı olduğumu belirtmeliyim. Zira o genç insan çocuklarını bu doğrultuda yetiştirmektedir.
Şu bahtsızlığı görüyor musunuz? Bir adam düşünün ki ahfadına bir vatan ve devlet hediye etmiştir ama onlar, içinde bulundukları sudan bihaber balıklar gibi kendisinden habersiz durumdadır. Ve ne hazindir ki dua yerine maalesef beddua etmekteler. Ne diyelim kader ve Atatürkçü geçinenler utansın.
2. Atatürk: Bu Atatürk, kendisini “Gardırop Devrimcisi” kabul ettikleri halde kendi kendilerini aydın ilan edip halkı avam, kendilerini elit kabul ettirmeye tüm gayretleriyle çalışan ve her bir mekân ve fırsatta Atatürkçü geçinenlerin var ettiği Atatürk’tür. Hani Atatürk’ün egemenlik anlayışında her bir ferdi eşit gören Halkçılık İlkesine rağmen, kendi oylarını fakir fukaranın oylarına eşit görmeyip kendi oylarını onlarınkinin çok üstünde görenler var ya, işte onlar. Ama inanın bu zevatı muhteremin, bırakın Atatürk hakkında kaleme alınmış yerli veya yabancı eserleri, Atatürk’ün bizzat kaleme aldığı NUTUK adlı yegâne eserini dahi doğru dürüst okuduklarını sanmıyorum. Bunlar sadece “On Kasım”ı bilirler. Ancak saygı sireni çaldığında birkaç dakikalık saygı duruşuna ise tahammül etmezler. Bunu, trafik görevlisi iken kavşak ve güzergâhta, esef ve hayretle izlediğimi söylemek zorundayım.
Yukarıda da değinildiği üzere, Atatürk’ün ilk yenilik olarak halkın diline çevirttiği Kur’ân’ı, bu muhterem zevatın büyük bir ekseriyeti “Çöl Kanun” kabul etmektedir. Biz, vakti zamanında Atatürk’ün Balıkesir Hutbesini söz konusu ettiğimizde adımız şeriatçı Atatürk’e çıkmıştı. Bir sempozyumda Atatürk için Osmanlı Paşası tabiri kullanıldığında, hem de Araştırma Görevlisi olup ancak Tarihten ve Atatürk’ten bihaber olan bir zat, konuşmacıyı padişahçılıkla suçlayabilmişti. Haydi, buyurun cenaze namazına. İşte bunun için Cehalete Alet Edilen Atatürk ifadesini kullanmış olduk. Öyle bir cehalet ki, ancak tahsille elde edilebilir. İşte bahsettiğimiz cehalet bu cehalettir. Ne var ki, “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali, geçek Atatürk’ü bilen ve savunan sessiz kitlenin bu vasfından yararlanan bunların, mutlaka iplikleri bir gün pazara çıkacaktır. Bu gidişatın sinyalleri oldukça yoğundur.
3. Atatürk: Bu Atatürk, işinde gücünde olup hiç kimsenin ekşisi tatlısı ile uğraşma derdi ve bir yerlere tırmanma hevesi veya getirim kapma yarışında olmayan kitlenin bağrında taşıdığı Atatürk’tür. Bunlar öyle kocaman Atatürk rozetini de yakalarına takmazlar. Atatürk’ün her hangi bir ilke ve inkılâbının yerindeliğini tartışmayı ise akıllarının köşesinden bile geçirmezler. Ve böyle bir hadsizliği abesle iştigal ve Atatürk’e saygısızlık kabul ederler. Kısacası Atatürk’ü gerçek anlamda ATA kabul ederler. Mesela “Herkes dinini öğrenmelidir” diyen Atatürk’ün bu beyanına binaen İlk ve Orta Öğretimde Din Dersi olsun mu veya olmasın mı gibi bir abesi asla tartışmazlar. Ve bu ifadeyi öğüt kabul ederek bunun, çocukları için mutlaka faydalı olduğunu kayıtsız şartsız kabul ederler. Ergin çocuklarının, Atatürk’e rağmen Lenin, Stalin, Mao, Marx, Hoşiminiq, Şeguavera gibi yabancı şef ve düşünürleri ilham kaynağı edinmesini asla istemezler. Kabul ve mukayese edenleri de ciddi olarak ayıplarlar.
Atatürk’ün kadınlarımıza kazandırdığı hakları çok orijinal kabul ederek işi feminizme götürecek gülünç ayrıntıları asla kabul etmezler. Erkek ve kadının farklı yaradılış ve misyonunu olduğu gibi kabul ederek birinin diğerine şu veya bu şekilde tahakkümünü kabul etmeyerek her birinin sosyal hayatta ayrı ayrı yerlerinin bulunduğunu peşinen kabul ederler. Çoban, çiftçi, esnaf, amir, memur, zanaat erbabı ve benzeri görev ve kişilikleri sosyal hayatın olmazsa olmazı kabul ederek, kendisinin bir başkasından şu veya bu şekilde üstün olduğunu asla düşünmezler. Atatürk’ün bizzat kurdurduğu İmam Hatip Okullarını istismara uğratanlara adeta şaşarak bu gibi okulların da Öğretimin Birliği çerçevesinde olmasını canı gönülden isterler. Kısacası bu Atatürk, Misakı Milliyi egemen kılan ve vatanı işgalcilerden kurtarıp en son devletin banisi ve her haliyle Türk Milletinin tartışmasız lideri kabul edilen ATATÜRK ’tür.