Başlıkta yer vererek aşağıda izah edeceğimiz bu husus, Atatürk’ü seven veya
sevmeyen birçok insanın aşinası olmadığı bir konudur. Zira anlatıla gelen Atatürk
gerçek Atatürk olmayıp, kimileri paravan etmek istediği için; kimileri de buğzettikleri
için kendilerine göre bir hayali Atatürk oluşturmuşlardır. İşte bu konuya sırf bu sebeple
değinmeye çalışacağız. Yani bir yanlışı naçizane olarak düzeltmeye çalışacağız.
Çünkü bu yanlış sebebiyle, araştırma imkânı olmayan büyük bir çoğunluk maalesef
Atatürk’ü din aleyhtarı olarak kabul etmektedir. Kanaatimce Atatürk ve onun eserleri
ve cefadan başka kendisine bir şey vermeyen ve çoklukla cephelerde geçen kısacık
ömrü hakkında bilgi sahibi olan bizlerin bu tür konuları dile getirmesi bir vefadan öte
bir görev olduğu kanaatini taşımaktayım.
Atatürk cidden bir mana adamıydı. Bunun için de en son İlahî Mesajın (Kur’ân)
biz muhatapları için anladığımız dile çevrilmesi, O’nun belli başlı projeleri arasında
yer almıştır.
Gerçekten, inanmaya başladığı ilk günden bu güne vatandaş İlahî Mesaj’ın
anlamını bilemediği için, hurafecinin, softanın, muskacının ve dahi şucunun bucunun
elinde oyuncak olmuştur. Esefle söyleyelim ki bu gün daha iyi bir noktada olduğumuzu
söylemek pek mümkün değil.
İşte toplumu bu badireden kurtarmak isteyen Atatürk, öncelikli olarak Kur’ân’ın
toplumun diline çevrilmesini hedeflemiştir. Fakat felek çok erkenden dalına bindiği
için bunun semeresini pek göremeden terk-i hayat ederek rahmet-i Rahman’a iltica
etmiştir.
Bu hedef hakkında Falih Rıfkı Atay’ın İstanbul 1966 baskılı “Atatürkçülük nedir”
adlı eserinin 47 ve 48. Sayfasından bir alıntı yapmak istiyoruz:
“Mustafa Kemal Atatürk’ün son dileği, Ezan’dan başka ibadetleri de Türkçe
yaptırmak ve Türk kafasını Arap kafası köleliğinden kurtarmaktı. Türk Ocağı’na gittiğimiz
gün, Kur’ân’ı Türkçeye çevirmek konusunu açtı idi. Orada bulunan Kazım
Karabekir şöyle dedi:
- Kur’ân-ı Azîmüşşan Türkçeye çevrilemez, Paşa hazretleri!
- Niçin çevrilemez efendim? Bu sözünüz, “Kur’ân’ın manası yoktur!” demektir.
- Hayır, efendim ama mesela elif-lâm-mim’…ne diyeceğiz buna?
- Ne demektir elif-lâm-mim’?!
- Meçhul efendim…
- Öyle ise karşısına bir nokta koyar, çevirmeye devam edersiniz.”
Gerçekten toplumumuz din dili olarak dayatılan Arapçaya vakıf olamadığı için
iki arada bir derede kala gelmiştir. Bırakınız Kur’ân’ı; maalesef yakarış demek olan
dualar dahi halkın bilmediği bir dille yani Arapça ile yapılmaktadır. Bu da halkın İlahî
Mesaj yerine, kim ve neyin nesi olduğu belli olmayan birilerinin peşine takılmasına
sebep olmuştur, olmaktadır. Hâlbuki Hz. Kur’ân özellikle kendisinin “tedebbür suretiyle”
yani anlayarak ve çıkarımlar yaparak okunmasını âmirdir. Ama buna rağmen
bu yolda sarf-ı mesai edenler - her ne hikmetse- ille de Arapça okumayı istemekteler.
Anlayan varsa beri gelsin. Oysa güzide bir sahabe olan İranlı Selman (Selman-ı Farısî)
kendi öz toplumunun Kur’ân’ı Farsça okumak istediklerini Hz. Resul’e ilettiğinde
sevinç dolu bir “Tabi ki!” cevabı almıştır. Vay başımıza gelenler. Nereden nereye
geldiğimizi görebiliyor musunuz?!
Şimdi Atatürk’ün başlıkta yer verdiğimiz 1932 yılı Ramazan ayındaki faaliyetine
gelelim: 09 Ocak1932’den 07Şubat 1932 tarihine kadar devam eden bir aylık
zaman dilimi (Ramazan 1350), Cumhuriyet devrinin en önemli inkılâplarından birine
sahne olmuştur. Zira Tanzimat’ın ilanından itibaren cılız bir şekilde başlayarak II.
Meşrutiyet’le birlikte yükselme kaydedip, Cumhuriyet’in ilanını müteakip gerekli tüm
hazırlıkları tamamlanmak suretiyle devamındaki yıllarda peyderpey hayata geçirilen
“İslâm’ın Türkçeleştirilmesi Projesi” 1932 Ramazan’ında olgunlaşma noktasına
ulaşmıştır.1
Bu projenin hayata geçirilmesi için Dolmabahçe Sarayı’nda bir toplantı yapmaya
karar verilir. Toplantının değişmez ismi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit
Galip’tir. Bu zat, verilen talimat üzerine bu toplantıdan önce hazırladığı ve Atatürk’ün
de üzerinde düzeltmeler yaptığı bir çalışması ile konuyu gündeme taşımıştır. Yapılan
toplantılarda bu yenileme hareketinin, okullara yansıtılması ikinci plana itilerek
camilerdeki faaliyetlerin ıslahı ile uygulamaya konulduğu anlaşılmaktadır. Burada
Atatürk’ün temel düşüncesi; Arap diline ve ilmine vakıf olan hocaların varlığı, halkın
bunlardan yeteri kadar faydalanamadığı ve gelecekte de faydalanamayacağı noktasında
yoğunlaşmış gözükmektedir. Çünkü herkesin Arapça bilmesine imkân yoktur.
Hâlbuki halk, okunan her şeyin anlamını bilmeli ve bunun yanında en önce de
Kur’ân okumasını bilmelidir. O halde yapılacak iş Kur’ân’ı Türkçeleştirmek, sonrasında
da hutbelerde okunan Arapça ayet ve Sûreler’in Türkçelerini okumak olmalıdır. Bu
düşünce, söz konusu projenin bir bakıma sınırlarını çizmiş oluyordu.
Bu toplantılarda bulunan Hafız Yaşar Okur (öl.1966), 1932 Ramazan’ındaki uygulamaya
dair hazırlıkların önceden planlanmış olduğunu ve bu işe ibadetlerin Türkçeleştirilmesiyle
girişildiğini ifade ederek; Atatürk’ün, Türkçe Ezan, Türkçe Kur’ân,
Türkçe Hutbe ve Türkçe Tekbir projesiyle İslâm dininin hükümlerini halkın ana kaynağından
doğrudan öğrenmesini temin maksadıyla toplumun öz diline uygun bir yenilik
yapmak istediğini beyanla; mukaddes mihrabı cehlin elinden alıp ehline verilmesini
tasarladığını vurgulamaktadır.2 Hafız Yaşar Okur’un bu husustaki en dikkat çekici
diğer bir beyanı ise şöyledir: “…pek çok cahillerin ilmî kisvelere bürünerek Kur’ân’ı
yanlış okuduklarını, etraflarına toplananlara da yanlış telkinde bulunduklarını, hâlbuki
Türkçe ile bütün bu yanlış ve zararlı hareketlerin önüne geçilebileceği mütalaasında
bulunan Atatürk’ün hedefi; camileri ıslah etmek, imam, hatip, murakıp ve müezzinlerin
maaşlarının artırılmasını temin etmekti” şeklindedir. (Bkz. dip not 2). Atatürk’ün
bu faaliyetini, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin asırlar ötesinden beyan ettiği: “Kur’ân’ın
Arapçadan başka dillere çevrilip, namazda o dillerle okunmasının caiz bulunduğunu;
geçerli olanın söz değil mânâ olduğunu” açık olarak ortaya koyduğu tespitten yola
çıkarak gerçekleştirmek istediği anlaşılmaktadır.
Atatürk’ün İstanbul’a gelişinin ilk haftasında (17 Ocak 1932) Milli Savunma
Müsteşarı Derviş Paşa vefat eder. Bunun üzerine Atatürk o gece Derviş Paşa için
Türkçe bir mersiye yazar ve ertesi gün Derviş Paşa’nın kabri başında okunmasını
emreder. Hafız Yaşar Okur kendisine verilen bu görevi Maçka Kabristanında yerine
getirir. Ve böylece ibadetlerde Türkçe başlatılmış olur. (Not: Güftesi Atatürk’e, bestesi
Hafız Yaşar Okur’a ait olan bu mersiye için, 1 Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur’ân ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitabevi, 2. Baskı, İst. s.68.
2 Dücane Cündioğlu, a.g.e. s.78.
adı geçen eserin 81. sayfasında yer alan dip not 1’e bakılabilir.)
Ele aldığımız konu epey yüklü ise de, biz çok kısa bir özet yaparak sözü bitireceğiz.
Söz konusu uygulama için beklenen gün gelmiştir. 03 Şubat 1932 Çarşamba.
Bu, Hicrî 26 Ramazan 1350 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nin ihya edileceği
günün tarihidir. Nitekim bu günün akşamı Ayasofya camiinde dokuz hafız tarafından
ihtifale (Hürmet ve saygı için büyük cemaatle yapılan merasime) başlanır. Hafızlar
önce topluca üç kez tekbir getirirler. Tekbirlerden sonra Mevlid’e başlanır. Sırasıyla
Hafız Yaşar, Hafız Sultanselimli Rıza, Hafız Zeki, Hafız Fahri, Hafız Saadettin, Hafız
Kemal, Hafız Nuri, Hafız Beşiktaşlı Rıza ve Hafız Burhan okur. Her Sûrenin okunuşundan
sonra hafızlar topluca tekbir getirirler. Hafız Yaşar Tebâreke’yi; Hafız Zeki
Fetih Sûresinden bir bölüm; Hafız Kemal, Kadir Sûresini; Hafız Nuri Haşr Sûresini;
Hafız Fahri Ayet’el Kürsî’yi; Hafız Sadettin Müzemmil Sûresini önce Arapça aslını,
sonra Türkçe çevirisini (makamsız olarak “hitabe” şeklinde) okurlar. Daha sonra Beşiktaşlı
hafız Rıza, Hâmim Sûresini önce Arapça, sonra Türkçe olarak makamla okur.
(Bkz.a. g.e. s.90).
Tabi tüm bunlar, Atatürk’ün talimatıyla Ayasofya Camiinde ve radyo vericileri
konmuş olarak tüm dünyaya yayın şeklinde olur. Başta Yerebatan Camii olmak
üzere daha başka camilerde de aynı tarz uygulamalar cereyan etmiş ve 1932 Ramazan’ına
ait Kadir Gecesi böylece ihya edilmiştir. İlk defa gündeme gelen bu olağan
üstü uygulama Atatürk tarafından Dolma Bahçe Sarayında radyodan izlenmiştir. Aynı
uygulama bazı hafızlar tarafından ikindi namazında Kadıköy Osmanağa Camiinde
devam ettirilmiştir. İlk Türkçe Hutbe ise 1932 Pazartesi günü Bayram Namazında
İstanbul’da ve Türkiye’nin birçok camiinde okunmaya başlanmıştır. Özellikle din konusunda
kendi sakat düşünceleri açısından Atatürk’ü paravan edinenler ile Atatürk’ün
bu yönünü bilmeden -hâşâ- dinsiz nitelemesi yaparak vebale düşme bedbahtlığına
düşen diğer cenahtakilere bir nirengi olarak bu kısacık tespit- ithaf olunur.
Gerçeği savunanlara selam olsun.
1 Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur’ân ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitabevi, 2. Baskı, İst. s.68.
2 Dücane Cündioğlu, a.g.e. s.78.